![Agharta Agharta (album)]()
Dünyanın merkezinde ne olduğu konusunda yapılan araştırmaların en önemlisi Japon bir bilim adamının dünyanın merkezindeki koşulları sanal ortamda yaratıp oluşan görüntüyü bilgisayar ekranından gözlemlemeyi mümkün kılan çalışmasıdır. Buna göre dünyanın merkezinde aşırı yoğunlaşmış ateşten kristal ormanları bulunmaktadır. Varlığın özünü oluşturan maddenin plazma veya protoplazma benzeri akışkan bir madde olduğu ise farklı zamanlarda ve farklı suretlerle felsefe tarihinde boy göstermiş, hatta tabiri caizse söz konusu tarihe damgasını vurmuştur. Nitekim Yunanca chrema sözcüğü Türkçe’de şey anlamına gelmektedir, varlığın özünde krema olduğuna inanılıyor yani, öyle bir şey işte. Çağdaş felsefenin bu görüşü benimseyip geliştirmeye çalışmış isimleri arasında Schelling, Bergson, Spinoza ve Deleuze‘ü sayabiliriz meselâ. Eğer bu krema, plazma – adına ne derseniz deyin – benzeri madde varlığın özünü oluşturan yegâne maddeyse, bu madde yapısı itibarıyle yoğunluğu sürekli değişen ve sonsuzca üretken bir maddedir. Belki de bu madde eskiden açıklayamadığımız için adına Tanrı dediğimiz sonsuzluktur sevgili okur, kim bilir…
Güneşimiz varlığını hidrojenle helyumu kendi içinde sürekli birleştirerek(sentezleyerek) sürdüren bir yapıya sahiptir. Bu sayede biz insanları, biz hayvanları, biz bitkileri ve gezegenimizde yaşayan daha başka canlıları ateşiyle ısıtıp ışığıyla aydınlatabilmekte ve kaçınılmaz sonumuz olan ölümü ertelemektedir. Eğer güneşimiz doğal olarak barındırdığı ve onun evrende barınmasını sağlayan hidrojenle helyumu bir an için bile olsa birleştirmeye ara verseydi, o ana tekabül eden zamanda ne ısı yayabilecekti, ne de ışık. Güneşte gerçekleşen beklenmedik ve son dönemde azımsanamayacak bir artış gösteren tamamen rastlantısal patlamalar güneşin merkezinde aşırı hidrojen israfına sebep olmaktadır. Belli ki Kitab-ı Nihil bu süreci hızlandırıp hidrojen tüketimine ivme katmak suretiyle hidrojenin yavaş yavaş azalarak bitmesi hâlinde olacakları bilimsel veriller ışığında tahayyül etmeye yeltenerek, güneşe ve güneşte olması kuvvetle muhtemel bir hadiseden hareketle son derece gerçekçi bir spekülasyon üretmiştir. Artık hepimizin bildiği gibi eğer güneşte hidrojen biterse güneşin bizzat kendisi bilinçli veya bilinçsizce, ki bizce hiç fark etmez bu raddeden sonra, helyumu karbonla birleştirmeye başlayacaktır. Eğer helyum da biterse güneşimizin dev bir karbon topuna dönmesi kaçınılmaz hâle gelir. Bunu ateşten bir portakalın sönmüş hâline benzetebiliriz belki, benzetmesek daha iyi olacak gibi ama sanki, şöyle diyelim en iyisi: Karbondan oluşan çekirdek ısınır, dış yüzey genleşir, güneş tıpkı bir balon gibi şiştikçe şişer, merkezle çevre arasındaki boşluk izolasyon vazifesi görür, ısı dışarıya çıkamaz ve güneş önce soğur, sonra da yavaş yavaş azalarak biter, ki nitekim neredeyse bitmiştir de zaten işte…
Yeri kazıp yerin yedi kat altındaki bir başka yere, dünyanın yüzeyini yarıp merkeze inmeye çalışmak hem boş bir çabaydı, hem de gerçekleşmesi imkânsız bir hâyâl. Felsefenin yüzyıllardır yanıtlamakla meşgul olduğu sorulardan biri de gerçeğin gökyüzünde mi, yoksa yerin altında mı olduğu sorusudur. Güneşle ilişkimizdeki en ufak bir değişim güneşin ısısındaki en ufak bir azalma veya çoğalma yeryüzünde muazzam savaşlara, kaosa, trajik ölümlere, hunharca katliamlara sebep olabiliyorsa şayet, doğanın insanlık hâlinin aşkınsal koşulu olduğunu rahatlıkla dile getirebiliriz. İnsanlık icat ettiği aletlerle doğanın gerçek hâline, yani insan bilincinden bağımsız hâline ulaşmaya çalışır durur. Ama sonuçta elde edilen insan ürünü doğa temsillerinden öte bir şey değildir. Mikroskopla mikroplara baktığımızda gördüğümüz manzara insanın evrendeki konumundan pek de farklı değildir aslında. Şu anda başka yaratıkların da kendi mikroskoplarıyla – yoksa insanoskoplarıyla mı deseydik acaba – bizi gözetlemekte olmadığı ne malûm?
![direngezi]()
Her neyse, 174 fizikçi Avrupa Nükleer Araştırmalar Organizasyonu’nun İsviçre’nin Cenova şehrindeki merkezinden İtalya’nın Gran Sasso yöresindeki bir dedektöre neutrinolar ışınlayarak bu hayâletvari zerreciklerin 16.111’inin izleğini 3 yıl süren araştırma ve deneyler boyunca takip altına aldılar ve en nihayet beklenen açıklamayı yaptılar. Neutrinolar varacakları yere gönderilmelerinden saniyenin 17 milyonda biri kadar bir süre erken varıyordu. Işıktan hızlı hareket eden zerreciklerin varlığı ise zamanda yolculuğun mümkün olduğu anlamına geliyordu. Eğer neutrinolar bunu yapabiliyorsa bu demekti ki modern fiziğin omurgası kabul edilen Einstein’ın görecelik teorisi çöküyor ve yerini Higgs’in quantum teorisi alıyordu. Zaman ters yönde akabiliyor, bir sonuç sebebinden önce gelebiliyordu.
Hâl böyleyken Dr. Lawgiverz’in Kitab-ı Nihil’i gelecekte yazıp geçmişe gönderdiğini, sonra da Zeno Kitabevi’nin raflarında bulduğunu ve işte o meçhûl yazarın aslında, sanılanın aksine, Tekvin olmaktan ziyade Dr. Lawgiverz’in bizzat kendisi olduğunu söylesek meselâ, bunu gerçekçi ve mantıklı bulmayan tatminsiz okuyucularımız olur mu acaba? Olsa ne yazar olmasa ne ey sevgili lânetlenmiş okur, gerçekler bunlar, mantıklı olsalar da olmasalar da…
Eskiden “her pazar olduğu gibi yine son derece güneşli bir pazar sabahında” diye tabir ettiğimiz, lâkin artık güneş neredeyse tamamen sönme noktasına geldiği için aynı iyimserlikle tasvir edemeyeceğimiz pazar sabahlarının birinde, sabah kahvaltısı eşliğinde internetten radyoyu dinliyordu Dr. Lawgiverz. Bizce adı “Hariçten Gazel” olsa çok daha uygun olacak olan “Gülelim Eğlenelim” adlı sabah programının bir anda kesilmesiyle çatalındaki omleti tabağa bırakan Dr. Lawgiverz, her zamankinden daha da ciddi bir ses tonuyla halka ve insanlığa derhâl televizyonu açmalarını söyleyen spikerin bu emrine hemen uyuyor ve içi muflonlu terliklerini ayaklarına geçirip aylardır kimsenin dokunmadığı toz içindeki televizyona yöneliyordu. Televizyonu açar açmaz gördüğü görüntü karşısında gülmekten kendini alamayan Dr. Lawgiverz 4 saniye içerisinde aklını başına toplayacak ve derhâl bilgisayarına yönelip Agharta hakkında bilgi toplamaya başlayacaktı. Aynı anda dünyadaki pek çok insanın da aynı şeyi yapmaya başladığını ise inanın bilmiyoruz söylemeye gerek var mı…
Aşırı yoğunluk sebebiyle yavaşlayan internet neredeyse çökme noktasına gelecek, fakat her ne hikmetse çökmeyecekti. Zaten çökseydi anlatımız açısından pek hayırlı olmazdı, çünkü ona gelecekte ihtiyacımız olacaktı. Pek çok insanın bilmediği, fakat gelecekten gelmiş bir ölümsüz olan Dr. Lawgiverz’in bilmekle kalmayıp emin olduğu şey, tıpkı fosilleri bizden önce sağa sola serpiştiren Tanrı gibi, bu Agharta resmini ekranlara sızdıranın bu anlatının anlatıcısı ve yazarı olduğuydu. Dr. Lawgiverz işte bu bilgiden hareketle derhal bir beyanat yazarak bilinmeyen olguları açıklığa kavuşturmak suretiyle halkı ve insanlığı aydınlatma yoluna gidecektir. Söz konusu beyanatı aşağıda aynen yayınlıyoruz.
Televizyon ekranlarında ölümsüzler ülkesi Agharta’nın belirmesi ancak beyazlıktan başka bir şey göstermeyen ve bu yüzden de birer hiçlik makinesine dönüşen televizyon ekranlarına fantezi sızması olarak nitelendirilebilir. Beyazlık ortadan kalkmamıştır aslında, sadece bilinmeyen bir kuvvet tarafından Agharta’nın şablon (stencil) tekniğiyle çizilmiş bir resmi eklenmiştir beyaz ekranlara. Beyazlar ve siyahlar birbirini elediği içinse Agharta’nın haritası adeta elle çizilmiş gibi belirmiştir ekranlarda.
![agharta]()
Gariptir ve/fakat bir o kadar da gerçektir şu ki bu olayın gerçekleştiği gün Dr. Lawgiverz’in bir ölümsüz olduğunu anladığı gündü, gündür sevgili okur. Biliyorsunuz bizim yarattığımız karakterlere sevgimiz ve saygımız sonsuzdur. Sözün bittiği yere geldiğimize göre sonsuz bir sonsöz niyetine diyebiliriz ki güneşin sönmeye başlamasıyla birlikte zamanın akışı da yavaşlayacak ve güneşin tamamen sönmesi neticesinde ise tamamen durup akmaz olacaktı. Hatta belki de bunu dünyanın tersine dönmeye başlaması takip edecek ve böylece de işte geçmiş gelecek olurken, gelecek de geçmişte kalacaktı. Ama sanırız şimdiden bu kadar ileri gitmesek iyi olacak. Yaşamın donması olarak da tabir edebileceğimiz bu güneşsiz durumun ölümsüzlük hâlinin nitelikleriyle muazzam benzerlikler taşıdığını belirtmekle yetinelim en iyisi biz şimdilik.
Güneşin söndüğü donmuş bir dünya ters yöne doğru da olsa dönmeye devam edebiliyorsa demek ki varlık ve yaşam aynı şey değildi, zira yaşam sona ermiş olmasına rağmen dünya dönmeye devam ediyordu. İnsandan bağımsız bir varlık, insan için olmayan ve/fakat kendi içinde olan bir varlıktı bu. Kant’ın kendinde-şey dediği, numenal düzleme ait bir varlık… Meillassoux’nun Sonluluktan Sonra(After Finitude) adlı kitabında öne sürdüğü üzere eğer fosiller insan bilincinden önce var olabiliyor ve bilim bunları tüm çıplaklığıyla ortaya koyabiliyorsaydı şayet, demek ki insan bilincinden, algısından, duyumundan bağımsız maddi bir gerçeklik vardı. Kant’ın kendinde-şey dediği, görüngüler dünyasını(fenomenal düzlem) aşan numenal düzleme ait olan ve insanın beş duyusuyla algılayamayacağı, bilemeyeceği, fakat aklıyla düşünebileceği bir boyut hakikaten de vardı. Biz şu soruyu sormak istedik: Peki ya tanrı önce fosilleri sonra bizi yarattıysa? Ya tanrı dünyayı bize bilincimizden bağımsız bir gerçeklik olduğu izlenimi verecek şekilde yarattıysa? Tanrı kendi varlığını meşru ve mümkün kılmak için fosilleri bizi kandırmak maksadıyla buralara serpiştirmiş olamaz mı? Aslında o fosillerin aslı astarı yoksa, düşünebiliyor musunuz ne olurdu hâlimiz? Belki de dünya tersine doğru dönmeye başlar, zaman yavaşlayıp durduktan sonra geriye doğru akar ve böylelikle de işte geçmiş gelecek olurken, gelecek de geçmişte kalır, hatta belki de güneş bile yeniden yanardı. Ama isterseniz bu senaryoyu da bir başka kitaba bırakalım, şimdi ve burada kalalım, başka bir şekilde olalım ve şunu söylemekle yetinelim: Anlatımızın başında değindiğimiz o sıvı nitrojen dolu küvezlere yerleştirilmiş, dirilecekleri günü bekleyen yarı-ölü bedenleri hatırlayacaksınız. İşte o donmuş bedenler insanlığın yazgısını temsil ediyordu. Diri diri gömülmüş insanlık karanlık yeraltı tünellerinde yolunu kaybetmek istemiyorsa ölümden öteye varan yollara düşmeliydi, ki nitekim düşmüştü de zaten işte…
Ölüme ve zamana karşı giriştiği bu amansız mücadelede Takamuro Kootaro kuantum teorisinden ve Dr. Lawgiverz’in önerisiyle Kitab-ı Nihil’den feyz almış ve herhangi bir canlı varlığın neutrinolarına ayrıldığı ve Himalaya Dağları’nın etekleri altındaki bu delikten dünyanın merkezine doğru ışınlandığı takdirde zamanı ve uzamı aşıp boyut değiştirebileceğini ısrarla dile getiriyor, bunu yaptığı deneylerle kanıtlamaya çalışıyordu. Pek çok hayvan ve bitki telef olmuştu, ama Kootaro “omlet yapacaksan birkaç yumurtayı gözden çıkarman gerek,” felsefesinden hareketle bildiği yolda emin adımlarla ilerliyor, bir ölümsüzük makinesi icat edip ölümsüzlüğün mucidi olacak diye irili ufaklı pek çok hayvanı ölümden öteye gönderiyordu. Ölüm dedik ama kelime sizi yanıltmasın, çünkü bu hayvanların hiçbiri ölmüyordu aslında, nasıl olduğunu az sonra detaylarıyla öğreneceğimiz gibi bu hayvanların ruhları bedenlerinden ayrılıyor ve ışık hızından hızlı neutrinolardan oluşan ruh dediğimiz hiçten cüzi madde, hiçliğin yapıldığı madde yani işte, kelime yetersizliğinden ötürü ruhlar âlemi diye nitelendirmekte bir sakınca görmediğimiz öteki dünyaya, sonsuzluğun hüküm sürdüğü bir başka varoluş moduna geçiyordu. Dünyamızda kalan bedenler öyle uyur vaziyette oldukları yerde kalıyor, fakat bilinç Alice’in Harikalar Diyarı’ndan bile ilginç yerlerde geziniyordu. Mekanizma tıpkı bir kara delik etkisi göstererek özneyi içine alıyor, sonra da yapay bir solucan deliği yoluyla diğer boyuta gönderiyordu. Öznenin bedeni dünyamızda kalıyor, fakat yok olmuyordu, çünkü ruh diye tabir ettiğimiz can bedenden aldığı enerjiyi yokluğu fark edilmeden yerine koyuyordu. Böylece ruh bedenden tamamen kopmadan bedenden ayrılabiliyor, ölümün sonrasına gidiyor ve beden tamamen yok olmadan geri gelip zamanımızdaki yaşamını sürdürebiliyordu. Belli ki Kooatro’nun yaptığı canlı varlığı ölümden arındırarak bir ölümsüz haline getirmekti; ölümsüz, ölümden arınmış… Bu durumda beden aslında ruhtan ayrılııyor, yani bu ikisi ayrıştırılıyor, beden yaşamdan, ruh ölümden arındırılıyordu. Ortalık kırık yumurta dolmuştu ama elde ne bir civciv vardı, ne de bir omlet.
![agharta]()
Takamuro Kootaro’nun ölümsüzlük makinesi bununla kalmıyordu ama tabii, kalamazdı da zaten, nasıl kalsındı ki, eğer kalsaydı hiçbir işe yaramayacaktı. Giden ruhların geride kalan bedenlerini hayatta tutmak için bir başka teçhizat icat etmeden canlı bir insanı, Dr. Lawgiverz’i anlatımda kolaylık olsun, anlatının anlaşılırlığı artsın diye bu seferlik ve kim bilir kaç sefer daha Agharta diye anacağımız, zamanın ve uzamın neresinde olduğu bile bilinmeyen, hatta zamana ve uzama dahil olup olmadığı konusunda da ciddi kuşkular bulunan o ne idüğü belirsiz dünyaya ışınlayamazdı. Düzeneğin doğru dürüst çalışıp çalışmadığını anlayıp anlatabilmek için Dr. Lawgiverz’in biz ölümlülerin dünyasına geri dönebilmesi gerekiyordu. Hatırlanacağı üzere Takamuro Kootaro’nun daha önce yaptığı çalışmalar, ki hafızası güçlü okuyucularımızın şıp diye anımsayacağı gibi bunlar insan beyinlerini, veya tercihe göre tüm bedeni içi sıvı nitrojen dolu küvezlere yerleştirip ani ve seri şekilde dondurmak suretiyle ölmeden ve/fakat ölü gibi yaşamalarını sağlamaktan ibaretti. Parası bol kişiler, ölümcül sağlık problemi yaşıyor olsunlar veya olmasınlar, parayı bastıkları takdirde kendilerini dondurtup vasiyetlerine örneğin 250 yıl sonra, veya hastalıklarının tedavisi bulununca çözülmek istediklerini yazıyorlardı. AIDS, Kanser gibi çaresi henüz tam olarak bulunamamış acil şifa gerektiren ölümcül hastalıklardan muzdarip kişiler için şüphesiz bulunmaz bir fırsattı bu, tam ölecekken kendini sıvı nitrojenle dondur, hastalığın çaresi bulununca çözülüp yaşamaya devam edersin, hayat sana da güzel olur. Ama sırf dünyanın 100 yıl sonra nasıl olduğunu merak ettiği için kendini dondurtan zenginler de yok değildi tabii, ne de olsa günümüzde her şey sağlık ve mutluluk meselesi olduğu kadar zevk ve stil meselesi olarak da görülmekte, bakan gözler olunca görülebilmekteydi.
![Ancient Aliens]()
Her metnin anlamı zaman içerisinde değişir. Anlamsız gelen bir metin anlamlı gelmeye başlayabilir, hatta bununla da kalmayıp bir hakikati bile dile getirebilir. Kendimizi insanlığın yerine koyalım, ölümün eşiğine geldiğimizi düşünelim ve bize iki seçenek sunulduğunu farzedelim. Ya donup öleceğiz, ya da Dr. Lawgiverz’le Takamuro Kootaro’nun aklına uyup ölümsüzlük makinesiyle dünyanın merkezinden bir başka varlık düzlemine geçip ebedi oluş sürecine dahil olacağız. İşte tam da bu noktada bazı sorular bekliyor olacak bizi: Ne başı, ne de sonu olan bu sürecin içinde birbirimizle bütünleşip, bizden oluşan ve/fakat bizi aşan ebedi varlığı mı oluşturacağız? Bir başka deyişle özümüze geri mi döneceğiz? Temsili suretlerimizden arınıp suretsiz ve maskesiz öznelere mi dönüşeceğiz? Ölümden sonra değil, çünkü ölümün sonrası yok; ama ölümün ortadan kalktığı noktada bizi nasıl bir gelecek bekliyor? Nasıl bir varoluş biçimi ölümsüzlüğü arzulanır bir şey hâline getirebilir? Yani bize “ben şu şekilde yaşarsam sonsuza de yaşayabilir, yaşamı seçebilirim” dedirtebilecek bir varoluş modu nasıl olabilir? Kendim için öyle bir yaşam koşulu oluşturmalıyım ki bu yaşamı sonsuza dek yaşamak istemem mümkün olsun. Bir ölümsüz gibi düşünebilmenin gereği işte bu saptamadan ileri gelir. Bu saptama ise bir kararın neticesidir; evet, ben bir gün mutlaka öleceğimi bile bile bir ölümsüz gibi düşünmeyi, varlığımı asla ölmeyecekmiş gibi sürdürmeyi seçiyorum. Bir ölümlü olarak varım, çünkü bir ölümsüz olarak düşünüyorum. Özne ancak kendini bir ölümsüz olarak düşünebilirise var olabilir, aksi takdirde ancak bir nesne olabilir.
Belki de işte Dr. Lawgiverz ve Takamuro Kootaro’nun ölümsüzlük makinesi bizi özümüze döndürüp sonsuzluğumuza kavuşturmaya hakikaten de muktedirdir. Bu noktada insan bir kitap önce yarattığımız Tekvin’i ve fantezi makinesine sızan hakikati, yani Tekvin’in dünyasına Spinoza’nın hayaleti formunda sızan ruhlar âlemini hatırlamadan edemiyor. Fantezi Makinesinde Hakikat Sızıntısı’nda ekranların beyazlaşması gerçeğin resmedilemeyeceğini, hakikatinse ancak beyazlıkla sembolize edilen bir hiçlikten zuhur edebileceğini anlatmaya çalışıyordu büyük ihtimalle. Buradan bakılınca, yani Kitab-ı Nihil’den sonra okununca bambaşka bir dünyanın kapıları aralanıyordu orada. İçinde yaşadığımız sembolik düzen tarafından şekillendirilip yapılandırılan bilinçdışı, medyanın, televizyonun, filmlerin, reklamların yarattığı sanal gerçeklerle doldurulmak suretiyle istilâ ediliyor ve insanın arzuları, arzu nesneleri ve arzulama biçimleri ana rahminden itibaren şekillendiriliyordu. Dolayısıyla da özümüze dönmenin tek yolu ana rahmine düşmeden önceki yere dönmek olarak çıkıyordu karşımıza. Öznenin oluşum sürecinin bir başı olmadığı gibi, bir sonu da yoktu lâkin. Zira öz tabir dilen şey, yani insan doğası, oluşmaya başlamadan önceki insanlık hâli daha doğmadan doğadan kültüre geçiş yapmış insan aklıyla algılanamazdı. Bilinçdışının dışına çıkmak gerçeğin tesisi ve hakikatin inşası için işte bu yüzden gerekliydi. Algılama aşamasında yaratılacak bir farklılık algılanan nesnenin kendisinde de bir değişime sebep olacağından, algının ötesindeki yeni bir anlamlandırma biçiminin geliştirilmesi gerekiyordu. Deleuze’ün transendental ampirizm(aşkınsal deneyimcilik) kavramının Schelling’in doğa felsefesine dayanan kaynakları, onun Bergson ve Spinoza’yla kurduğu derin ilişkiyi de açıklıyor sanırız. Deleuze’ün gerçeğe tecrübeyle ulaşılabileceğini ve sonsuzluğun doğaya has bir özellik olduğunu dile getiren aşkınsal deneyimcilik felsefesine karşı sonsuzluğun ancak matematiksel olarak anlaşılıp aktarılabileceğini öne süren Badiou ise aşılması gereken şeyin insanın düşünebileceklerinin yaşama ve tecrübeye indirgenmesi olduğunu vurgular. Deneyimcilik ve akılcılık arasındaki bitmek bilmez teorik savaş yepyeni bir suretle yeniden karşımıza çıkmıştır belli ki işte…
![]()
Sonsuzluğun bilimin iki farklı alanındaki, biyoloji ve matematikteki tezahürlerini kendi felsefelerine uyarlayan Deleuze ve Badiou kendimizi birer ölümsüz olarak görmemiz, görebilmemiz gerektiği konusunda hemfikirdir. Ayrıldıkları nokta bu ölümsüzlüğün nasıl gerçekleştirilmesi gerektiği hususundadır. Diyebiliriz ki Deleuze gerçeği yerde ararken, Badiou gerçeği gökte aramaktadır. Bizim yarattığımız bu garip dünyada ise yerle gök bir olmuştur adeta. Sonsuzluğa giden yol dünyanın dışından değil, içinden geçmektedir anlaşılan. Sonsuzluk dışımızda olmaktan ziyade içimizdedir belli ki… Hepimiz ölümsüzüz desek çok mu ileri gitmiş oluruz acaba?
Deleuze’ün Fark ve Tekrar adlı kitabında ortaya attığı “varlığın bütünselliği” (univocity of being) kavramı Nietzsche’nin “ebedi döngü” (eternal return) mitine atıfta bulunarak oluş süreci içindeki farklılaşmanın aynı kalan tek şey olduğuna vurgu yapar. Deleuze’e göre varlığın bütünselliği akışın kendisidir. Sürekli bir oluş süreciyle, kopukluklar barındıran iki farklı oluş modunu – Chronos ve Aion’u – ayırıcı-sentez işlemine tabi tutan Deleuze, tam da bizim anlatımız dolayımıyla açıklığa kavuşturmaya çalıştığımız duruma gönderme yapar. Nitekim maddeyi ve ruhu, bedeni ve aklı birbirinden ayırırken onları yeni bir düzlemde birleştiren bu kavramsal aygıt Takamuro Kootaro ve Dr. Lawgiverz’in ölümsüzlük makinesi sayesinde hayata geçirilmiştir anlatımızca. Böylece de işte önce bir fikir olarak, Idea formunda var olan kavramsal bir oluşum gerçeklik kazanmıştır. Bunun neticesinde ise mantık kurallarına uymayan, hatta bazılarının tamamen anlamsız olarak nitelemesi kuvvetle muhtemel bir fikir, maddi bir gerçeklik kazanarak bir hakikat şeklinde şimdiki zamana sızmıştır. Resmen bir fantezi makinesinde hakikat, hakikat makinesinde de fantezi sızıntısı vakasıyla karşı karşıyayız yani burada, hem de aynı anda. Zira tıpkı ekranlar beyazlaşınca Spinoza’nın ölüler dünyasından diriler dünyasına sızıp bir ruh formunda Tekvin’e görünmesi gibi, Dr. Lawgiverz de güneşin sönmesiyle birlikte diriler kitabından ölüler kitabına sızmıştır. İki paralel evrendeki bir ruh ve bir beden kısa bir süreliğine de olsa yer değiştirip işin içine bit yenikleri serpiştirmiştir belli ki…
![Gospel of Thomas]()
Darwin’in bir arkadaşı teoloji ve evrim teorisini birleştirip tanrının fosilleri insanın aşkınsal ufkunun sınırı olarak yaratmış olabileceğini iddia eder. Buna göre tanrı biyolojik bir karşılığı olmayan yaratıkların fosillerini tarihin sayfalarına serpiştirmiş ve insanlığı bu sanal fosillerden hareketle asıl gerçekle hiçbir ilgisi olmayan bir hâyâl dünyasında gerçekte asla var olmamış mahlûklarla uğraşmaya mahkûm etmiştir. Bir konuşmasında Meillassoux’nun fosillerin kendinde-şeyler olarak, yani insan bilincinden bağımsız bir biçimde var olabildiğini öne süren argümanına karşı, Darwin’in az önce sözünü ettiğimiz dinbilimci arkadaşının teolojiyle evrim teorisini birleştiren bu garip spekülasyonunu ileri süren Zizek’e göre sorulması gereken soru, “peki ya tanrı fosilleri bizden önce, bize yanlış izlenim verecek şekilde yarattıysa?” şeklindedir. Elbette ki tüm mantık kurallarını, önce-sonra ayrımını ve hatta doğrudan zaman kavramının kendisini altüst eden bu yaklaşım, gelecekten bakılıp bir ölümsüzün gözleriyle görüldüğünde fosillerin bizim fosillerimiz olduğu sonucuna varabilir. Mühim olan geçmişi olduğu gibi görebilmek değil, varlığın oluş sürecine müdahil olmak ve şimdiki zamanı, geleceği geçmişten farklı bir biçimde hayata geçirecek şekilde dönüştürüp mevcut düzene katabilmektir.
Din ile bilimin birleşiminden ortaya ancak canavarlar çıkabileceği ise aşikârdır. Günümüzde dini bilimle ikâme etmeye çalışanlar olduğu gibi, bilimi dinle ikâme etmeye çalışanlar da vardır. Biz bu ikisinin farklı dünyalara ait olduğunu ısrarla dile getirmeli ve aralarında sağlıklı bir ilişkinin tesis edilmesi için öncelikle ikisinin de içinde, ikisinden de daha gerçek olan şeye odaklanmalıyız. İkisinin de gerçeğin üstünü örten mitlerinin ve imgelerinin ötesindeki öze yönelmeli ve bu özü yeniden yaratmalıyız. Zira dış-dünyanın dönüşümü için iç-dünyanın dönüşümü şarttır. Algılama aşamasında yaratılacak bir farklılaşma doğrudan iç-dünyanın kendisini değiştireceğinden, öznenin dış-dünyayla ilişkisi de en azından dolaylı olarak değişecek ve böylelikle de işte dış-dünyanın yeniden yapılandırılması için gereken zemin yaratılmış olacaktır.
![Quantum Prophecies Quantum Prophecies]()
Filed under:
Ölümsüzlük Teorisi,
Edebiyat,
Felsefe,
Kitab~ı Nihil,
Ontoloji,
Spekülatif Realizm,
Türkçe Yazılar Tagged:
Alain Badiou,
Ölümsüzlük Teorisi,
edebiyat,
felsefe,
Gilles Deleuze,
Hegel,
Kant,
roman,
Slavoj Žižek,
spekülatif gerçekçilik,
transendental materyalizm,
yaratıcılık,
yaşam,
yıkıcılık