Namevcudiyetin Ontolojisi
Güneş her gün yeni…
~ Heraklitus
Kitab-ı Nihil ve Post-Nihilistik Spekülasyonlar gündoğumları ve günbatımları boyunca yazılıp nihayetine erdikten kısa bir süre sonra, Olmayan‘a aynı zamanda hem bir önsöz hem de bir sonsöz niteliği taşıması niyetiyle kaleme alınan bu yazı, Alain Badiou, Michel Henry, Gilles Deleuze ve François Laruelle’in birbirleriyle örtüşen ve ayrışan yanlarının bir haritasını çıkardıktan sonra, bu düşünürlerin en iyi yönlerini felsefelerinden eksilterek (subtraction), virtüel ve aktüel (edimsel) arasında aşkınsal bir a priori ayrım olmadığı önkabulüyle başlayan yeni bir düşünme ve oluş modu (mode of thinking and being) yaratmak yolunda yazılmıştır sevgili okur. İtici gücü, motivasyonu, maksadı, yani yapmaya cüret ve teşebbüs ettiği şey ise bir eylem olarak yazının Gerçek üzerindeki tahakkümünü yeni bir yazma paratiğiyle aşmaktır.
Bölünmüş bir bütün olmasına rağmen her ne hikmetse Olmayan adını taşıyan bu kitabın amacı ise özellikle Laruelle’in felsefe-olmayan (non-philosophy), veya kendisinin son zamanlarda tercih ettiği tabirle ifade edecek olursak standart-olmayan felsefe (non-standard philosophy) adını verdiği okuma ve yazma pratiğini, veya felsefe-dışı-felsefe-yapmak diye nitelendirebileceğimiz bu yaratma biçimini, ya da yaratıcı oluş modunu yazı formunda hayata geçirmek, ve Gerçek’in (the Real) hayata Sembolik ve İmgesel olmayan, Tahayyül ve Tasavvur ötesindeki, Edebiyat ve Felsefe arasındaki, Mitosu ve Logosu aşan, dil-öncesinde ve hiçlik-sonrasında tezahür eden o sonsuz boşluktan çıkacak, ne tam olarak biri ne de tam olarak öteki olan, yani hem edebiyat-olmayan hem de felsefe-olmayan, Laruelle’in süper-pozisyon tabir ettiği ve her ikisinin de ötesindeki, o talihsiz bölünme-öncesi konum sayesinde aynı anda her ikisi de olan yepyeni bir Varlık formunda nüfuz etmek suretiyle dünyamıza sızmasını mümkün kılmaktır. Mevcut dünyada bir Yokluk olarak varolan, yani bir olmayan olarak olan bu Varlık evrensel bir felaketin tüm varlığı yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bıraktığı bir Olayla harekete geçecek ve mevcut düzene müdahale etmek yolunda kararlılıkla eyleme girişmek suretiyle bir Özne haline gelecektir.
Post-Nihilizm Nedir ve Ne Değildir?
Kitabın başlığındaki Post-Nihilizm kavramı günümüzde Nihilizm’in sona erdiği ve artık post-nihilistik bir çağda yaşadığımız anlamına gelmiyor. Daha ziyade felsefe içindeki bir geçişi, değişimi, bir dönüşümü ifade ediyor. Post-nihilizm kavramındaki “post-” ön-eki tıpkı yapısalcılık içinden gelen fakat yapısalcılığı aşmış düşünürleri kategorize etmek için kullanılan post-yapısalcılık kavramındaki “post-“ gibi algılanmalı, lâkin post-yapısalcılıktan farklı bir kategorizasyona yöneldiği de akılda tutulmalıdır. Yani diyebiliriz ki post-nihilizm bir nevi “post-yapısalcılık-sonrası”dır. Özellikle Gerçek, Hiçlik ve Sonsuzluk kavramlarına vurgu yapan bir felsefe soykütüğü oluşturmak amacını taşıyor olduğumuz için nihilizm-sonrası diye nitelendirdiğimiz bu yeni felsefi yaklaşım, felsefe, bilim, siyaset ve sanat arasında yeni, yaratıcı ve üretici ilişkiler kurar.
Heidegger bilimi doğayı tahakküm altına aldığı için eleştiriyor, fakat bilimsiz yapamayacağımızı da sözlerine ekliyordu. Heidegger’e göre Nietzsche nihilizmin doruğa çıktığı nokta ve metafiziğin bittiği yerdir, yani Heidegger’e kadar olan felsefe nihilist olarak nitelendirilirse, Derrida, Deleuze, ve Foucault’yla birlikte yeni bir döneme girildiğini, bu dönemde felsefenin kendi üzerine düşünmeye başladığını ve hatta kendi varsayımlarını sorguladığını, bununla da yetinmeyip kendi temellerini yıkmaya çalıştığını söyleyebiliriz.
Post-nihilizm, Derrida ile doruğa çıkan bu içe-dönük ve düşünümsel felsefenin ötesindeki felsefi düşünce alanı, zamanı ve uzamıdır. Post-nihilizm tepkisellikten etkiselliğe geçişi ifade eder. İçe-dönüklük ve Dışa-dönüklük (introvert/extrovert) arasındaki ayrımı ortadan kaldırdığını iddia eden post-yapısalcı felsefenin sonrasında gelen ve varlığın zaten hâlihazırda bir bütün olduğunu, iç ve dış ya da madde ve ruh olmak üzere birbirinden ayrılabilecek iki farklı boyut olmadığını, bilâkis Gerçek’in karşısında değil Gerçek’le birlikte düşünmenin gereğini vurgular. Varlık’tan ayrı, Varlık’la örtüşmeyen bir düşünce, olmayan olarak olan bir düşünce, Gerçek’in kendini ifade biçimi olarak düşüncedir bu. Spekülatif Realizm post-nihilist bir felsefedir, çünkü madde ve ruh arasında bir fark olmadığını, ikisinin de aynı şeye verilmiş farklı isimler olduğunu, ve bağlılaşımcılığın madde ve ruhu ayıran dualist önkabulünün yapay bir yansıtma, hayal ürünü bir kurmaca, gerçekdışı bir fantezi olduğunu ifade eder. Spekülatif Realizm işte bu yüzden bağlılaşımcılığı reddeder ve hiyerarşik dualizmin anarşik bir eş-düzeyli bütünlükle ikâme edilmesini içerir. Esin kaynakları arasında yer alan François Laruelle ve Michel Henry son dönemde en çok itibar gören düşünürlerden başlıca ikisidir.
Laruelle tek-taraflı çifteşlik (unilateral duality) adını verdiği kavramla hiyerarşik ikiliğe, 1 ve 0’a, yani dijitale karşı analog, yani 1 ve 1’lerden oluşan bütünsel bir ikilik önerir. Tek-taraflı çifteşlik kuramı, iki terimin yan yana yerleştirilmesini ve felsefenin iltimas gösterdiği kavramın hiyerarşik yapıdaki üstünlük sahibi konumun altını oymayı içerir. Böylece zayıf terim öne çıkabilmekte ve oyunu değiştirebilecek koşulları yaratabilmektedir. Marx’ın sermayeye ve mal-mülk sahiplerine karşı emekçi ve ezilenleri öne çıkaran, patrona karşı işçiye iltimas sağlayan yaklaşımı felsefe-olmayan’a (non-philosophy’e) harika bir emsâl teşkil eder. Nitekim Laruelle, Marxizm-Olmayan’a Giriş (Introduction to Non-Marxism) adında bir kitap yazmış ve felsefe-olmayan kuramının pratikte nasıl kullanılacağına açıklık getirmek suretiyle söz konusu kuramın özellikle politikaya ve siyaset teorisine müdahale etmekte ne gibi faydaları olabileceğini gözler önüne sermiştir.
Michel Henry ise yazın hayatının ilk safhalarında felsefe ve psikanaliz arasındaki ilişkiler üzerinde düşünmüş ve Psikanalizin Soykütüğü’nde (The Genealogy of Psychoanalysis) Freud’un Bilinçdışı kavramıyla Descartes’ın Bilinç kavramının aynı şeye tekabül ettiğini ve bunların aynı şeye verilmiş iki farklı isim olduğunu söylemiştir. Henry’e göre Freud Bilinçdışı kavramını yaratmakla Akıl ve Ötesi’ni, yani Kendilik (Self) ve Ötekisi’ni (Other) tanımlamış oluyordu. Böylece Freud aklı veya ruhu hem kendi içlerinde bölmüş oluyor, hem de onları bedenden ayırıyordu. Bununla da yetinmiyor ve akıl-ruh-beden üçlüsünü birbirinden ayırdıktan sonra aralarındaki ilişkiyi aklın üstte olduğu hiyerarşik bir yapıya büründürüyordu. Benzer şekilde Descartes da Bilinç kavramını yürürlüğe koymakla madde ve ruh arasına olmayan bir fark yerleştiriyordu. Henry’e göre Descartes ve Freud’un bu davranışı ancak “Barbarlık” olarak nitelendirilebilirdi.
Ama eğer “var” (il y a) saf çokluksa, eğer her şey edimselse ve Bir yoksa, bu takdirde hakikati aramak için Bellek’e yönelmemek gerekir. Tam tersine hakikat unutkandır, hatta Heidegger’in düşüncesinin aksine, unutmanın da unutmasıdır, kökten kopmadır, birbirini takip eden etkilerinde yakalanmıştır. Bu unutma, şunun ya da bunun unutulması değildir, tam tersine, zamanın kendisini unutmasıdır: zaman (şu zaman), sanki hiç varolmamış gibi, ya da Aristo’nun derin maksimine uygun olarak, tüm zamanların ortak varlığının ölüm olmasından dolayı, sanki ölümsüzmüşüz gibi yaşadığımız andır. Bana göre böyle bir zaman anlayışı, (politik) devrimlerin, (aşk) tutkularının, (bilimsel) icatların ve (sanatsal) yaratmaların gerçek deneyimidir. Hakikatlerin sonsuzluğu, zamanın böylece yıkılmasında meydana gelir…[1]
Badiou (Idea, Ontoloji, Matematik) ve Henry (Madde, Psikanaliz, Duygulanım) Deleuze ile ne yapılacağını gösterir. Badiou soyut fikir, Henry ise – duygulanımla ilgilenir. Laruelle’e göre ikisi de hatalıdır, çünkü ikisi de aynı şeyi söyler; biri kümeler teorisini, diğeri duygulanımı ve bedenin deneyimlerini kullanır, ama adeta farklı isimler taşıyan aynı şeyden söz eder gibidirler, çünkü her ikisinde de eksik olan şey ötekinin içkinlik ve aşkınlık anlayışıdır; matematik ve meta-psikoloji… Henry, Badiou’nun matematiksel idealar dünyasına ihtiyaç duyar, Badiou ise Henry’nin bedenin deneyimlerine ve duygulanımlara yer veren yaklaşımına.
Deleuze’ün bu şemada merkezi bir rol oynaması doğa bilimleri ile insani bilimleri bir araya getirme çabasından ve bunda oldukça başarılı olmuş olmasından ileri gelir. Deleuze duyuların mantıki ve soyut düşüncesini (logical and abstract thought of sense) düşündüğü için Badiou ve Henry’nin aynı anda hem ötesinde hem de her iksini de önceleyen, aynı anda hem içkin hem de aşkın bir konumdadır. Deleuze’ün düşüncesinin tek bir kısmını alır ve diğerini bırakırsak, ya Badiou ya da Henry oluruz. Deleuze hem mutlak fikri (absolute idea and percepts), hem de duygulanımları (affects and sensations) düşünür, sadece tek birini değil. Laruelle’in sözleriyle ifade edecek olursak Deleuze, Badiou ve Henry’nin bütünsel-görü’sü (vision-in-one), insanın-içindeki-insan (human-in-human), veya günün-sonundaki-insan’dır (human-in the-last-instance).
Son derece genel anlamda ve klasik tabiriyle ifade edecek olursak Nihilizm’in özü itibariyle olmayan bir şeye var muamelesi yapmak anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Haklı olarak Sokrat “bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir” derken bile bile nihilistlik mi yapıyordu diye sormadan edemiyor insan, anlayışla karşılıyoruz elbette. Sokrat kendisininin veya Plato Sokrat’ın bir nihilist olup olmadığının farkında mıydı bilemiyoruz haliyle, ama bildiğimiz bir şey varsa hiçliğe bir şey, yokluğa varlık muamelesi yapmak felsefenin en kötü alışkanlıklarından birisidir ve en kısa zamanda, hatta mümkünse derhal terk edilmesi gereken bir varoluş ve düşünme biçimidir. İçi boştur, çünkü hiçliği düşünen düşünce kendisinden başka hiçbir şey düşünmemektedir aslında. “Varlık ve düşünce bir ve aynı şeydir” diyen Parmenides’in ve “düşünüyorum o halde varım” diyen Descartes’ın düşünceyi varlıkla özdeşleştiren fakat bunu yaparken onları bölen dünyaca meşhur şiarları akılda tutulursa, düşünceyi hiçlikle özdeşleştirip “düşünce olmayandır” diye buyurmanın, felsefenin doğasında olan ve tüm hücrelerine sızmış, tüm damarlarına nüfuz edip tüm sinirlerine yayılmış bulunan, bölünmüşlüğün ve karşıtların birliğinin sürekli birbirleriyle rolleri değişmesini içeren diyalektik sürecin felsefenin ne denli derinlerine indiğini gösteren harika bir emsal teşkil ettiği anlaşılır. Post-nihilizm işte diyalektiğin bu kısır döngüsünün kırılmasını içeren ve diyalektik-olmayan, felsefi-olmayan, şimdiye ve mevcuta aynı anda hem geçmişten, hem de gelecekten hareketle müdahale eden dönüştürücü bir yaratıcılık mefhumunun edimsel ve performatif tezahürüdür. Teori olarak pratik ve pratik olarak teoridir bu…
Mevcut düzene müdahil bir kayıtsızlıkla sırt çevirip, kendini bu rezil oyunun bir parçası kılmak yerine, biz insanlar, biz hayvanlar ve biz bitkiler için daha adil, eşitlik temeline dayalı ve gerçek anlamda özgür yeni bir dünya düzeni kurmak hem mümkün, hem de gereklidir. Hiçliğe bir şey muamelesi yapmayan, olmayana varmış gibi, olana yokmuş gibi davranmayan, kısacası yaşamı ayaklar altına alıp ölüme tapmayan bir oluş ve düşünce pratiği diye de nitelendirebileceğimiz post-nihilizm, akıl ihsan olunmuş her fâniyi, yanılsamalarını, fantezilerini ve varlıklarının merkezindeki hiçliği, hayatlarının anlam yokluğunu katedip, paramparça olan bilinci gereçeğe karşı değil gerçekle birlikte kullanmaya yönelik bir adım, düşünceyi hiçleşmekten kurtarıp varlıkla yeniden bütünleştirmeyi öneren pozitif bir çağrı, daha doğrusu bu ikisinin hâlihazırda ve zaten hep bir-bütün olduğunu idrake davet eden nihilizm-ötesi bir kuramın, global militarist-kapitalizmin dayattığı hayata ve ölüme müdahil fakat kayıtsız, insana içkin fakat insanı aşan bir düşüncenin gerçekleştirilmesi, yaşamı olumlayan ve tüm varlığı kucaklayan, bu dünyaya ait bir ölümsüzlüğün, ölümlü-olmayan, insanlığın içinden fakat insanlıktan daha insani bir yaşam tasavvurunun biz insanlar, biz hayvanlar ve biz bitkiler için hayata geçirilmesidir…
Ölüm Dürtüsü’nün Ötesindeki Ütopya Denen O Yaratıcı Arzu
Neyse o, yani tam da bir kurbandan başka bir şey, bir ölüm-için-varlıktan başka bir şey ve dolayısıyla ölümlü bir varlıktan başka bir şey; bir ölümsüz… [2]
~Alain Badiou
İçinden geçenler seni yanıltmasın, bu kitap kurgusu önceden belirlenmiş kurallarla sabitlenmiş ve anlatım tarzı artık klişeleşmiş sıradan bir bilim-kurgu romanı değildir sevgili okur. Zira bu kitabın yazarı ve anlatıcısı, kurdukları ve bozdukları dünya artık neredeyse günün normu hâline gelmiş, sinemalarda gişe rekorları kıran Hollywood’un felâket senaryolarına son derce ters düşen bir biçimde, varlığı mevcut sosyal, siyasi, ekonomik, kültürel düzene hapseden bir yapı oluşturmaktan ziyade, zaten içinde yaşamakta olduğumuz söz konusu yapıyı bozguna uğratıp daha başka varoluş modlarının mümkün kılınabileceği koşulların nasıl yaratılabileceğini göstermeye kalkışır.
“Dünyanın sonunu hayâl edebiliyoruz ama bırakın kapitalizmin sonunu, kapitalizmde en ufak bir değişimi bile tahâyyül edemiyoruz.” İşte eğer ilk kez kimin söylediği bilinmeyen ve fakat Slavoj Zizek’ten Fredric Jameson’a kadar pek çok kişinin benimseyip diline doladığı bu dünyaca meşhur malûm söz akılda tutulursa, bu kitabın güneşi yavaşça söndürmekle yapmaya cüret ve teşebbüs ettiği şey de daha iyi idrak edilecektir diye düşünüyoruz, ki o şey kapitalizmin sonunun dünyanın sonu anlamına gelmediği, bilâkis yepyeni bir başlangıcın hem mümkün hem de gerekli, ne kadar mümkünse o kadar gerekli olduğudur. Bu hakikati yazıyla hayata mümkün mertebe nüfuz ettirerek şimdiye kadar ölümlü olduğunun bilincinde olmakla gurur duyan insanın gelecekte ölümsüz bir varlık formunda yeniden zuhur etmesi ihtimâli üzerine hâyli gerçekçi spekülasyonlar üretmekse ölümden arınmış bir varoluş modunun telâkkisi için elzemdir diye düşünüyoruz sevgili okur. Çünkü belki de artık hepimizin bildiği gibi eğer bir kül tablasını beğenmiyorsak onu masadan alıp yere atmak suretiyle kırmak ne marifettir, ne de çözüm; zira hem tecrübeyle, hem de mantıken sabittir ki marifet ve çözüm daha güzel ve daha işlevsel bir kül tablası yapıp eskisinin yanına koymak ve onu bu surette anlamsız kılmaktır.
Kapitalizm-Sonrası Bir Gelecek Yeniden Mümkün Kılınabilir
Amerikalı Marxist teorisyen Fredric Jameson diyalektiği ve limitlerini yeniden düşünmek yolunda yazdığı Hegel kitaplarından Valences of the Dialectic‘de diyalektiği bir metod olarak gören zihniyete kuşkuyla yaklaşıp farklı bir diyalektik modeli önermeyi amaçlar. Hegel Variations’da ise diyalektik bir metod olmaktan ziyade bir düşünme biçimi ve oluş modu olduğunu öne sürer. Jameson’a göre günümüz kapitalizminin sürekli değişen dinamiklerini anlamak ve değiştirebilmek için, atomize olmuş günümüz dünyasını diyalektik bir biçimde düşenebilmek için yapısal bir dönüşüm geçirmesi gerektiğini söyler. Soyutlamanın ölüm-dürtüsüyle özdeşleştirildiği içinde bulunduğumuz şu günlerde, her şeyin aynı zamanda tersini de dışa vurduğu, dile, göze veya kulağa getirdiği bu değişken zamanlarda, maddi süreçlerin ve sembolik düzenlerin duyu ve anlam arasında mekik dokuyan bit düşünme biçimi olarak diyalektiğin bir öte-dünya tahayyül ve tasavvur etmekte oynadığı önemli rol su götürmez bir gerçek hâlini almıştır.
Fredric Jameson’un önemi eleştirel teoriyi felsefenin hakikatini ortaya çıkaran bir düşünme biçimi olarak başarıyla hayata geçirniş olmasından ileri gelir. Akıl eleştirilerinin bir eleştirisi olarak eleştirel teorinin Jameson’un Ütopya Denen Arzu adlı eserindeki izleri oldukça belirgindir. Zizek’in Paralaks adlı kitabı hakkındaki eleştiri yazısında diyalektiğin felsefeden ziyade teoriye ait olduğunu ve bu durumun felsefe-sonrası bir düşünme biçimi olarak eleştirel teorinin, hiçbir kanıta ihtiyaç duymaksızın, felsefenin hakikatini ve varlığın esas anlamını dile getirebilmesine dayanır. Marx ve Freud’un yazıları buna en güzel örnektir, çünkü Marx ve Freud’da felsefe ve eleştirel teori birbirlerinin öz-bilinci haline gelir.
Varsayıma göre, işi gelecek ya da varlık-olmayan olan Ütopya yalnızca bugünde var olur ve arzu ile fantazinin görece güçsüz yaşamını bugünde sürer. Fakat bu, varlığın ve zamansallığının amfibi olduğunu hesaba katmamak demektir: Bu bakımdan Ütopya felsefi açıdan izle benzeştir, tek farkı zamanın diğer ucunda olmasıdır. İzin çıkmazı aynı anda hem geçmişe hem de bugüne ait olması ve dolayısıyla geleneksel Oluş kategorisinden çok farklı bir varlık ve varlık-olmayan karışımını oluşturmasıdır. Bu yüzden analitik Akıl için az da olsa lekeleyicidir. Geleceğin henüz-varlık-olmayan’ı ile bugündeki bir metinsel varlığı birleştiren Ütopya ise bizim izlere bahşetmek istediğimiz arkeolojileri aynı derecede hak etmektedir.[3]
Ütopya Denen Arzu adlı kitabında alıntıladığı “dünyanın sonunu tahayyül edebiliyoruz ama kapitalizmin sonunu tahayyül edemiyoruz” sözünü adeta söz konusu kitabın her sayfasına sızdırmayı ve Ütopyanın yaratıcı bir arzu olarak varlığının günümüz dünyası için ne denli önemli ve neden gerekli olduğunu örnekleriyle kuramsallaştırır. Zizek’in metoduna oldukça benzeyen bu okuma ve yazma biçiminin kayda değer olması, ontolojik ve epistemolojik düzlemlerin etkileşimini bir başka dünyaya kapılar aralayacak şekilde kısa-devre’ye tabi tutmasından ileri gelir. Bu kısa devreler elbette ki aynı zamanda yeni ilişkiler de kuran etkileşimlerin hem neticesi hem de nedenidir. Jameson, diyalektiğin işte bu çıkmazını açıklığa kavuşturmayı ve doğrudan diyalektik düşüncenin kendisinin evrim geçirmesinin olası bir devrim için ne denli ve neden gerekli olduğunu açıklığa kavuşturmak ister gibidir. Bu noktada belirtmeden geçemeyeceğimiz bir unsur da, sisteme yönelttikleri eleştiriler karşısında çözümler yerine sürekli “peki öneriniz nedir?” sorularıyla karşı karşıya bulan hakiki solun Ütopya geleneğinden hareketle hem yıllardır önermekte olduğu, hem de halaihazırda önermekte olduğu pek çok somut çözüm önerisinin ve hatta sorun olarak görülen pek çok şeyin yeniden sorunsallaştırılmasını da içerir.
Geleceği ne tahayyül ne de tasavvur edebildiğimiz bu zamanlarda, gereleceği aynı anda hem tahayyül hem de tasavvur edecek yeni teorik anlatılara ve ideallerimizi hayata geçirecek yeni biçim-içerik ilişkileri kurmak bir gereklilik olmanın da ötesinde derhal tatbik edilmesi gereken mecburi bir yükümlülük halini almıştır. Hayalperest ve Yasakoyucu arasında gerçeklşecek üretken bir ilişki elbette ki yeni anlam dünyalarına kapılar aralayabilecek, hayat cennet yolunda asfaltlama çalışmalarına bile girişebilecektir. Bu anlatı geçmişten feyz alan bir gelecekle tahayyülüyle şimdide geleceğe yönelik bir tasavvur oluşrturmaya çalışır. Internetin gayri şahsi bir çoklu bilinçler kümesinin oluşumu için ne denli gerekli olduğunu ve hatta bu tür bir girişimi bizzat münkün kıldığını söyleneye bile gerek yoktur herhalde. Mevcut koşullarda kesinlikle kapitalizmin tahakkümü altında olduğunu söylemekten bir nebze olsun imtina etmeyeceğimiz internet, aynı zamanda mevcut kullanımından farklı, hatta mevcut kullanımının karşıtı bir varlığa dönüşebilir, dönüşmüştür, dönüşmektedir ve dönüşmeye devam edecektir.
İmkânsızlığın İmkâna Dönüştüğü Nokta ve Ötesi
Gerçek anlamda yazmanın ancak yazmak neredeyse imkânsız hâle geldiği zaman zuhur edebileceğine kâni olmaya başladım. Kendine has bir hakikati dile getirebilmek için dilin yarattığı imkânsızlığı bir imkâna dönüştürebilmeninse ancak dili düşüncenin, düşünceyi de dilin tahakkümünden kurtarmakla mümkün kılınabileceğine hükmetmek üzereyim. Dil ile düşünce arasında yaptığım bu ayrımın feci neticeler doğurabileceğinin idarki içerisinde olmama rağmen, bunun azami ehemmiyeti haiz bir zaruret olduğunu düşünüyorum. Rastlantısal bir hadisenin varlıkta yarattığı boşluğun bir temsili olarak dil ile düşünce arasında oluşturulan boşluk yeni bir anlam dünyasının kapılarını aralayacaktır diye temenni ediyorum. Yaratılan bu yeni anlam dünyasının gerçek dünya tabir ettiğimiz sembolik düzende doğrudan etkileri olacağını, onu değişmeye zorlayacağını ve hatta canlıların maddi yaşam koşullarının dönüşümüne katkıda bulunmakla kalmayıp, bu dönüşümün itici gücü olacağını söylemeye ise bilmiyorum gerek var mı.
Notlar
[1] Alain Badiou, Deleuze: Varlığın Uğultusu (İstanbul: MonoKL, 2015)
[2] Alain Badiou, Etik: Kötülük Kavrayışı Üzerine Bir Deneme, (İstanbul: Metis, 2004)
[3] Fredric Jameson, Ütopya Denen Arzu (İstanbul: Metis, 2009), 32. Bu sonuncusuna ilişkin felsefi bir tartışma için, bkz. Paul Ricoeur, Time and Narrative, III. cilt (Chicago, 1988), 119-20.
Atıf Nesneleri
Badiou, A. Theory of the Subject, trans. and intro. B. Bosteels, (London: Continuum, 2009)
Brassier, R. ‘Axiomatic heresy: the non-philosophy of François Laruelle’, Radical Philosophy, 2003.
Derrida, J. Acts of Religion, ed. and intro. Gil Anidjar, (New York and London: Routledge, 2002)
Gangle, R. ‘Laruelle and Ordinary Life’, in Laruelle and Non-Philosophy, ed. J. Mullarkey and A. P. Smith, (Edinburgh: Edinburgh UP, 2012)
Henry, M. Marx: A Philosophy of Human Reality, trans. K. McLaughlin, (Bloomington, IN: Indiana UP, 1983)
Henry, M. The Genealogy of Psychoanalysis (Stanford: Sanford University Press, 1998)
Henry, M. ‘Phenomenology of life’, Angelaki: Journal of the Theoretical Humanities, 2003.
Henry, M. Barbarism, trans. and intro. Scott Davidson, (London: Continuum, 2012),
Laruelle, F. Dictionary of Non-Philosophy, trans. Taylor Adkins, 2009. Laruelle, F, ‘The Decline of Materialism in the Name of Matter‘, trans. Ray Brassier, in Pli, 12, pp. 33-40.
Laruelle, F. Future Christ: A Lesson in Heresy, trans. A. P. Smith, (New York: Continuum, 2010).
Mullarkey, J. Post-Continental Philosophy (London & New York: Continuum, 2006)
Filed under: Ölümsüzlük Teorisi, Cengiz Erdem, Felsefe, François Laruelle, Kitab~ı Nihil, Michel Henry, Non-Philosophy, Olmayan, Ontoloji, Post-Nihilistik Spekülasyonlar, Spekülatif Gerçekçilik, Spekülatif Realizm, Türkçe Yazılar, Zizek Tagged: Alain Badiou, aşkınsal materyalizm, Cengiz Erdem, François Laruelle, Fredric Jameson, Gilles Deleuze, Jacques Derrida, Michel Henry, Post-nihilizm, Slavoj Žižek, spekülatif realizm, yaratıcılık, yaşam, yıkıcılık
