Deleuze‘ün tüm felsefesi insanın yaşayabileceklerini çoğaltmaya yönelikti. Buna insan bilincini genişletme çabası da diyebiliriz aslında. Ama Deleuze’ün kendinden öncekilerden farkı, genişleme için öncelikle kasılmak gerektiği yönündeki saptamasından ileri geliyordu. O, Schelling‘e dayanan doğa felsefesinin merkezine genleşip-daralan bir madde yerleştirmişti. Böylelikle statik merkez kavramını akışkan bir şeyle doldurarak içten çökertmek suretiyle ortadan kaldırabileceğini düşünüyordu. Beş duyumuzun algılayabileceklerinin sonsuz olduğunu ve bizim yapmamız gerekenin de işte bu sonsuzluğun akışı önüne çıkan engelleri aşmak olduğunu söylüyordu. Buna ilâveten ise bu engelleri koyanın bizzat biz olduğumuzu, çünkü kendimizi kısıtlamaya yönelik olarak özneleştirildiğimizi öne sürüyordu. Bizi kısıtlayan en önemli unsursa temsile meyilli bir yaratıcılık anlayışına sahip olmamızdı. Deleuze’e göre nitelikli ve nicelikli sanat, edebiyat veya felsefe temsilin, sembolik düzenin içinde çatlaklar, yarıklar, gedikler veya boşluklar oluşturarak sonsuzluğun hayata sızmasını sağlamayı başarabilen yaratıcıların ürünü olabilirdi ancak.
Descartes’ın “düşünüyorum, o halde varım” şiarının doğruluğu bilimsel olarak kanıtlandığından beridir dünyaya bakışımız değişti. Dünyaya bakışımızın değişmesi ise henüz algılama aşamasındayken bir farklılık yaratılabileceğini vurguluyor aslında. Klein’ın içe-yansıtma(introjection) tabir ettiği, algılama sürecinin ilk evresini oluşturan eylemde özne dışa-yansıtma(projection) işlemini görüngüler dünyasından farklı bir anlam dünyasından gerçekleştirdiği için dış dünyayı, yani içe-yansıtma ve dışa-yansıtma mekanizmasının sentezi olan sosyal gerçekliği daha ana rahmindeyken farklı algılamaya başlayabilmektedir. Nitekim psikanaliz ve felsefenin biyolojiye duyduğu gereksinimi belki de bu yüzden pek çok düşünür sık sık vurgular, fakat nedense Klein’a hiç atıfta bulunmaz. Lacan‘ın ve onu takip eden Zizek’in sorunu da işte budur zaten. Zizek ne doğaya, ne de kültüre ait olan ve değişimin dinamosu olduğunu iddia ettiği ölüm dürtüsü kavramını Lacan’cı psikanalizin en önemli çıkmazlarından biri olan biyolojik bağlam ekiskliğinin yarattığı boşluğu doldurmak için ortaya atar. Tıpkı Freud gibi bu noktada Zizek de bilimin açıklayamadığı bir durumu madde-ötesi bir kavramla aşmaya çalışır. Öznenin oluşum sürecinde kültürün rolüne ağırlık verip doğanın yadsınması ise hiç şüphesiz Lacan ve Zizek’in özneyi sembolik düzen içindeki bir boşluk, içerideki bir dışarı olarak konumlandırmalarının yegâne sebebidir.
İçinde yaşadığımız sembolik düzen tarafından şekillendirilip yapılandırılan bilinçdışı, medyanın, televizyonun, filmlerin, reklamların yarattığı sanal gerçeklerle doldurulmak suretiyle istilâ ediliyor ve insanın arzuları, arzu nesneleri ve arzulama biçimleri ana rahminden itibaren şekillendiriliyordu. Dolayısıyla da özümüze dönmenin tek yolu ana rahmine düşmeden önceki yere dönmek olarak çıkıyordu karşımıza. Öznenin oluşum sürecinin bir başı olmadığı gibi, bir sonu da yoktu lâkin. Zira öz tabir dilen şey, yani insan doğası, oluşmaya başlamadan önceki insanlık hâli daha doğmadan doğadan kültüre geçiş yapmış insan aklıyla algılanamazdı. Bilinçdışının dışına çıkmak gerçeğin tesisi ve hakikatin inşası için işte bu yüzden gerekliydi. Algılama aşamasında yaratılacak bir farklılık algılanan nesnenin kendisinde de bir değişime sebep olacağından, algının ötesindeki yeni bir anlamlandırma biçiminin geliştirilmesi gerekiyordu. Deleuze’ün transendental ampirizm(aşkınsal deneyimcilik) kavramının Schelling’in doğa felsefesine dayanan kaynakları, onun Bergson ve Spinoza‘yla kurduğu derin ilişkiyi de açıklıyor sanırız. Deleuze’ün gerçeğe tecrübeyle ulaşılabileceğini ve sonsuzluğun doğaya has bir özellik olduğunu dile getiren transendental ampirizm (aşkınsal deneyimcilik) felsefesine karşı sonsuzluğun ancak matematiksel olarak anlaşılıp aktarılabileceğini öne süren Badiou ise aşılması gereken şeyin insanın düşünebileceklerinin yaşama ve tecrübeye indirgenmesi olduğunu vurgular. Deneyimcilik ve akılcılık arasındaki bitmek bilmez teorik savaş yepyeni bir suretle yeniden karşımıza çıkmıştır belli ki işte…
Dünyanın kendi içindeki, kendinde-şey olarak hâli bizim onu temsillerimizden farklıdır. Çünkü temsiller gerçeği asla tam olarak temsil edemezler; edebilseydiler birer temsil olmaktan çıkıp gerçeğe dönüşürdüler. Bizim kısmi temsillerimizin tek doğru yanı gerçek dünyanın kendisinin de kendi içinde bölünmüş olmasından, asla tam olmamasından kaynaklanır. Ucu açık bir süreç olarak dünyanın yaşamaya daha müsait bir yer hâline gelebilmesi içinse işlerin olağan akışını sekteye uğratacak, böylece de işte geçmişle şimdiki zaman arasında bir kopma yaratarak geleceğin alacağı şekli belirleyecek bir eyleme girişmek gerekir. İşi mümkün mertebe şansa bırakmayan bir yapıya sahip olması zaruri bu eylemin amacı ve itici gücü ise yapı itibarıyle gerçeğin yapısına mümkün mertebe sadık yeni bir kavramsal algılama ve eleştiri aygıtı oluşturmaktır. Temsilin ötesine geçebilecek bir dünyanın kurulması için öncelikle gerekense imgeler ve kelimeler, kelimeler ve şeyler, ruh ve beden, madde ve düşünce, teori ve pratik arasına girip bu ikililer arasındaki diyalektik ilişkiyi yeniden yapılandırma yoluna gitmektir. Deleuze ise işte bu yeniden yapılandırma işlemine kısaca ayırıcı-sentez (disjunctive synthesis) adını veriyordu. Kant’ın özne ve nesne arasında köprü vazifesi gören sentez anlayışının tersyüz edilmiş hâli olan ayırıcı-sentez tekniğiyle Deleuze özne ile nesne arasında bir kopma yaratıp radikal öznellik modellerinin kapitalist toplumda gedikler açarak doğrudan toplumsal yapının çözülmesine katkıda bulunmaları bağlamında ne denli gerekli olduklarını göstermiş oluyordu.
Deleuze’ün Fark ve Tekrar adlı kitabında ortaya attığı “varlığın bütünselliği” (univocity of being) kavramı Nietzsche‘nin “ebedi döngü” (eternal return) mitine atıfta bulunarak oluş süreci içindeki farklılaşmanın aynı kalan tek şey olduğuna vurgu yapar. Deleuze’e göre varlığın bütünselliği akışın kendisidir. Sürekli bir oluş süreciyle, kopukluklar barındıran iki farklı oluş modunu – Chronos ve Aion’u – ayırıcı-sentez işlemine tabi tutan Deleuze, maddeyi ve ruhu, bedeni ve aklı birbirinden ayırırken onları yeni bir düzlemde birleştiren bu kavramsal aygıt sayesinde son kitabı olan İçkinlik: Bir Hayat adlı kitapta transendental ampirizm tabir ettiği oluş ve yaratıcılık moduna ulaşabilmiştir.
Hayata Badiou’nun Dünyaların Mantıkları kitabından hareketle bakacak olursak diyebiliriz ki yeni bir hakikat ancak materyalist bir diyalektikten hareketle oluşturulabilir, çünkü hakikat bilgi ile bilinmezlik arasındaki yerde zuhur edebilir ancak. Ve hakikat hâlihazırda mevcut olan egemen sembolik düzende bir boşluk olarak nitelendirlmekle birlikte, aslında yeni bir sembolik düzenin ilksel kurucu öğesi olarak telâkki edilmelidir. Burada materyalist diyalektik kavramıyla kastedilen şey Badiou’nun günümüzün egemen ideolojisi olan neo-liberalizmin teorik alt-yapısını oluşturan demokratik materyalizmin karşı kutbuna yerleştirdiği bir düşünme stratejisidir. Badiou’nun hem tarihsel materyalizme, hem diyalektik materyalizme, hem de neo-liberal demokratik materyalizme bir alternatif olarak öne sürdüğü materyalist diyalektiği ilk keşfedenlerden ve başarıyla uygulayanlardan biri Quentin Meillassoux‘dur. Badiou’nun École Normale Supérieure‘deki öğrencilerinden biri olan Meillassoux ilk kitabı Sonluluktan Sonra (After Finitude)’da Spekülatif Materyalizm kavramını ortaya atmış ve epey ilgi görmüştür. Spekülatif Materyalizm’in hayâl gücüyle bilimin ve matematiğin epistemolojik düzlemde ontolojik bir boşluk yaratarak dünyaya insan bilincinden ve düşüncesinden bağımsız bakabilme yetisine sahip varlıkların oluşturduğu yeni bir düşünümsel boyuta varoluş alanı yaratmayı amaçlayan bir nevi okuma-yazma stratejisi olduğunu söyleyebiliriz. Dünyayı kendi bilinç ve düşüncelerine hapseden bağlılaşımcılığa (correlationism) karşı-argüman üretmeye yarayan bu metod Hegel’ci diyalektiğin metoduyla benzerlikler arz etmesine rağmen, Spekülatif Materyalizm’in metodu Hegel’in idealizminin Schellling’in materyalizmiyle yer değiştirdiği, bir başka deyişle Hegel’in idealizmden arındırılarak ruhun ve bedenin sürekli birbirini dönüştürdüğü daha eşitlikçi ve son derece yatay bir ilişki içerisine sokulduğu ve böylelikle de işte Hegelci diyalektiğin kısır-döngüsünün kırıldığı bir izleğe sahiptir. Meillassoux’nun içkinlik (immanence) konusundaki ısrarı göz önünde bulundurulduğunda diyalektik materyalizmle spekülatif materyalizm arasındaki farklardan bir tanesi daha ortaya çıkıyor. Hegel’e göre özne ve nesne arasındaki ilişki özne ve nesneyi aşkındır, yani ikisinin de dışında konumlanmıştır. Oysa Meillassoux özne ve nesne arasındaki ilişkinin özne ve nesneye nazaran aynı anda hem aşkın hem de içkin bir boyutta konumlanmış olduğunu söylemektedir.
Adrian Johnston’un (Lacan, Zizek, Hegel) ve Ray Brassier’in (Deleuze & Guattari, Nick Land, Badiou) eserlerinde karşımıza çıktığı iki farklı haliyle Transendental Materyalizm ise Meillassoux’nun “olmayan Tanrı” (inexistent God) kavramını şiddetle eleştirir. Transendental Materyalizm’in her iki kanadı da Meillassoux’nun olumsallık(rastlantısallık) ve zorunluluk arasındaki ilişkiyi olumsallığın zorunlululuğu ilkesiyle nihayete erdirmesini yeni oluşumlara açılım sağlaması bakımından olumlu bulurken, diğer yandan Meillassoux’nun olumsallığın zorunluğu ilkesinden çıkara çıkara olmayan, sanal bir Tanrı’nın gelecekte varolma olasılığını çıkarmasını ve hatta olsun veya olmasın herhangi bir Tanrı’ya atıfta bulunmasını bile yersiz ve de gereksiz bulur. Nitekim Brassier kendisiyle Thauma Magazine’de felsefe ve nihilizm üzerine yapılan bir röportajda Meillassoux’nun Tanrı’ya atıfta bulunmasını bir talihsizlik olarak nitelendirirerek esprili bir şekilde felsefi tartışmalarda Tanrı adının geçmesini yasaklamak gerektiğini ve bunu mümkün kılacak bir kurul oluşturulmasını salık veren bir açıklamada bulunur. Brassier: “Ben bir nihilistim, çünkü hâlâ hakikate inanıyorum.”
Siz sormadan biz söyleyelim, transendental materyalizmin iki farklı yüzünü oluşturan Lacan-Hegel’ci Adrian Johnston kanadı ile Deleuze-Guattari’yi bilimin ışığında yeniden okuyan Ray Brassier kanadını birleştiren şey, ikisinin de Bergson’un yaşamsal felsefe (vitalism) öğretisinin günümüzün son derece komplike siyasi, ekonomik, kültürel ve psikososyal yapılarının dönüştürülmesinde yetersiz kaldığını, zira günün normu hâline gelmek suretiyle kapitalizme hizmet eden bir yapıya büründüğünü söylüyor oluşlarıdır. Ayrıca her ikisi de açıkça kapitalizme karşı birer duruş sergilemektedir. Diğer yandan bu ikisi, yani Johnston ve Brassier kanatları arasındaki fikir ayrımına sebep olan mevzuyu özetleyecek olursak diyebiliriz ki Johnston’un transendental materyalizmi Zizek’i meta-psikolojik ve ontolojik bir bağlamda yeniden okuyarak dürtülerin bilinçli arzulama biçimlerine dönüşümünde etkin bir rolü olan veya olması gereken devlete ve kurumsallaşmaya daha fazla önem atfederken, Brassier’in transendental materyalizmi Deleuze’ün Bergson’cu transendental ampirizmini daha materyalist gözlüklerle, Badiou’nun siyasi ontolojisi ışığında ve anti-vitalist bir bakışla yeniden okuyup Anti-Oedipus: Kapitalizm ve Şizofreni kitabının transendental materyalist yanına vurgu yaparak daha anarşik ve mümkün mertebe devletsiz bir komünizmi savunur. Belli ki her iki hâlde de transendental materyalizmin amacı ölümü aşmaktan ziyade ölümü yaratan koşulları aşmak, yani şimdiki zamanın ve mekânın ötesine geçip ölümlülerin dünyasına ölümsüzlüğün gözleriyle, sonlu olana sonsuzluktan bakmak suretiyle kapitalist realizmin sunduğu yaşamın anlamsızlığını göstermek ve neo-liberal militarist-kapitalist sistemin radikal dönüşümünü mümkün kılacak koşulların nasıl yaratılabileceğini teorik olarak açıklığa kavuşturmaktır.
Darwin’in bir arkadaşı teoloji ve evrim teorisini birleştirip tanrının fosilleri insanın aşkınsal ufkunun sınırı olarak yaratmış olabileceğini iddia eder. Buna göre tanrı biyolojik bir karşılığı olmayan yaratıkların fosillerini tarihin sayfalarına serpiştirmiş ve insanlığı bu sanal fosillerden hareketle asıl gerçekle hiçbir ilgisi olmayan bir hâyâl dünyasında gerçekte asla var olmamış mahlûklarla uğraşmaya mahkûm etmiştir. Bir konuşmasında Meillassoux’nun fosillerin kendinde-şeyler olarak, yani insan bilincinden bağımsız bir biçimde var olabildiğini öne süren argümanına karşı, Darwin’in az önce sözünü ettiğimiz dinbilimci arkadaşının teolojiyle evrim teorisini birleştiren bu garip spekülasyonunu ileri süren Zizek’e göre sorulması gereken soru, “peki ya tanrı fosilleri bizden önce, bize yanlış izlenim verecek şekilde yarattıysa?” şeklindedir. Elbette ki tüm mantık kurallarını, önce-sonra ayrımını ve hatta doğrudan zaman kavramının kendisini altüst eden bu yaklaşım, gelecekten bakılıp bir ölümsüzün gözleriyle görüldüğünde fosillerin bizim fosillerimiz olduğu sonucuna varabilir. Mühim olan geçmişi olduğu gibi görebilmek değil, varlığın oluş sürecine müdahil olmak ve şimdiki zamanı, geleceği geçmişten farklı bir biçimde hayata geçirecek şekilde dönüştürüp mevcut düzene katabilmektir.
Din ile bilimin birleşiminden ortaya ancak canavarlar çıkabileceği ise aşikârdır. Günümüzde dini bilimle ikâme etmeye çalışanlar olduğu gibi, bilimi dinle ikâme etmeye çalışanlar da vardır. Biz bu ikisinin farklı dünyalara ait olduğunu ısrarla dile getirmeli ve aralarında sağlıklı bir ilişkinin tesis edilmesi için öncelikle ikisinin de içinde, ikisinden de daha gerçek olan şeye odaklanmalıyız. İkisinin de gerçeğin üstünü örten mitlerinin ve imgelerinin ötesindeki öze yönelmeli ve bu özü yeniden yaratmalıyız. Zira dış-dünyanın dönüşümü için iç-dünyanın dönüşümü şarttır. Algılama aşamasında yaratılacak bir farklılaşma doğrudan iç-dünyanın kendisini değiştireceğinden, öznenin dış-dünyayla ilişkisi de en azından dolaylı olarak değişecek ve böylelikle de işte dış-dünyanın yeniden yapılandırılması için gereken zemin yaratılmış olacaktır.
Sonsuzluğun bilimin iki farklı alanındaki, biyoloji ve matematikteki tezahürlerini kendi felsefelerine uyarlayan Deleuze ve Badiou kendimizi birer ölümsüz olarak görmemiz, görebilmemiz gerektiği konusunda hemfikirdir. Ayrıldıkları nokta bu ölümsüzlüğün nasıl gerçekleştirilmesi gerektiği hususundadır. Diyebiliriz ki Deleuze gerçeği yerde ararken, Badiou gerçeği gökte aramaktadır. Bizim yarattığımız bu garip dünyada ise yerle gök bir olmuştur adeta. Sonsuzluğa giden yol dünyanın dışından değil, içinden geçmektedir anlaşılan. Sonsuzluk dışımızda olmaktan ziyade içimizdedir belli ki… Hepimiz ölümsüzüz desek çok mu ileri gitmiş oluruz acaba?
Related articles
- The corrective that is the Anthropocene (veraqivas.wordpress.com)
- “Lemme lay down some ontological foundation for your materialism, dude.” (pervegalit.wordpress.com)
- Slavoj Zizek Writes the Episode Guide for 2 Broke Girls on Wikipedia (somethingawful.com)
- Do You Speak Hegelese? (pervegalit.wordpress.com)
- Γαλλική διανόηση Νο 3 – Badiou vs Deleuze (rakis1.wordpress.com)
- Quentin Meillassoux and Karen Barad (wleehughes.wordpress.com)
- Gilles Deleuze – a short biography (rhizome2013.wordpress.com)
- Philosophy’s Film: On Alain Badiou’s Cinema (lareviewofbooks.org)
- Hegemony Now: Gramsci, Guattari, Deleuze (Unfinished article). (jeremygilbertwriting.wordpress.com)
- 40 Critical Theory Books That Came Out in 2013 (critical-theory.com)
Filed under: Alain Badiou, Felsefe, Gilles Deleuze, Hegel, Kant, Kitab~ı Nihil, Meillassoux, Ontoloji, Politika, Slavoj Žižek, Türkçe Yazılar Tagged: Adrian Johnston, Alain Badiou, Badiou, Baruch Spinoza, Felix Guattari, felsefe, Friedrich Nietzsche, Gilles Deleuze, Hegel, Henri Bergson, Jacques Lacan, Kant, kapitalizm, Meillassoux, Nick Land, Nietzsche, Quentin Meillassoux, Ray Brassier, Slavoj Žižek, yaratıcılık, yaşam, yıkıcılık, Zizek
