Quantcast
Channel: Senselogic
Viewing all articles
Browse latest Browse all 1258

Alain Badiou’nun Olay Felsefesi ve Gezi Ruhu’nun Hakikati (Varlık Versiyonu)

$
0
0

Drawing from 18 November 2006 "Truth proc...

2007 yılında Pier Paolo Pasolini üzerine verdiği Yıkım, Olumsuzlama, Çıkarma (Destruction, Negation, Subtraction) adlı bir seminerde direnmenin, mevcut düzene isyan etmenin en doğal hak olmanın da ötesinde bir sorumluluk olduğunu söyleyen, fakat direnişin farklı formlarda tezahür eden bir yapıya sahip olması sebebiyle dikkat edilmesi gereken bazı hususlar bulunduğunun da altını çizen Alain Badiou‘nun amacı, olumsuzlamanın değil, olumlamanın önce geldiği bir direniş biçiminin içerik kazanıp hayata nüfuz etmesini mümkün kılmaktır. Çünkü hem dürtülerin kısır döngüsünün kırılması, hem de kanunun ve/yani sembolik düzenin ötesindeki sevgi alanının açılması, her şeyin zamanla kendi içindeki ötekine dönüşmesinden oluşan diyalektik sürecin kısır döngüsünün kırılmasına, bir başka deyişle dürtülerin ve yasaların tekrardan ibaret diyalektiğinin aşılmasına ve bu suretle de işte gerçeğe mümkün mertebe yaklaşabilmemize, hatta mümkünse ona dokunabilmemize bağlıdır. Gerçekle temas etmek ise kanaatlerle hakikatlerin birbirinden ayrıştırılmasını gerektirir. Badiou gerek siyasi pratiğin, gerekse de diğer yaratıcı süreçlerin mevcut düzende değişim sağlayabilmesinde yıkım ve olumsuzlamadan ziyade çıkarımın daha önemli bir role sahip olduğunu söyler. Zira çıkarım insanın beğenmediği bir tabağı masadan alıp yere atarak kırması gibi tamamen yıkıcı bir eylem olmaktan ziyade, masadaki mevcut çirkin tabaktan daha güzel ve daha işlevsel bir tabak yapıp, bunu beğenmediği tabağın yanına koyarak eski tabağı anlamsız kılmayı içeren, olumlamanın (affirmation) ve olumsuzlamanın (negation) iyi yanlarını kötü yanlarıdan ayıran yaratıcı bir süreçtir. Gilles Deleuze‘ün az önce çıkarım adıyla andığımız bu işleme kısaca ayırıcı-sentez (disjunctive synthesis) adını verdiğini ve Badiou’nun Deleuze üzerine yazdığı The Clamor of Being adlı kitapta Deleuze’e yönelttiği eleştirilerin hareket noktasını ayırıcı-sentez’in oluşturduğunu söz konusu kitabı okumuş olanlar bilecektir. Bilmeyenler için kısaca özetleyecek olursak diyebiliriz ki Kant’ın özne ve nesne arasında köprü vazifesi gören sentez anlayışının tersyüz edilmiş hâli olan ayırıcı-sentez tekniğiyle Deleuze, özne ile nesne arasında bir kopma yaratıp radikal öznellik modellerinin kapitalist toplumda gedikler açarak doğrudan toplumsal yapının çözülmesine katkıda bulunmaları bağlamında ne denli gerekli olduklarını göstermiş oluyordu. Lâkin konuyu dağıtmamak için Deleuze ile Badiou’nun birbirlerine yazdığı ve ayırıcı-sentez’in yapısına ilişkin ziyadesiyle derin düşünceler ihtiva eden mektupların içeriğine yönelik fikirlerimizi bir başka yazıya bırakıp, şimdilik Badiou’nun Varlık, Olay, Hakikat ve Özne dörtgeninde şekillenen felsefesinin Gezi Direnişi’nin iç ve dış dinamikleriyle ilişkisine odaklanalım isterseniz.

Artık hepimizin bildiği gibi Varlık ve Olay (Being and Event) adlı kitabında Badiou, felsefenin dört koşulunu aşk, bilim, sanat ve siyaset olarak belirlemişti. Badiou’ya göre hakikat ancak mevcut durumdan, düzenden, rutinden radikal bir kopuş neticesinde zuhur edebilirdi. Bireyin özne olabilmesi için işte bu radikal kopuşa sebep olan olaya sadakat göstermesi ve Lacan‘ın sözleriyle ifade edecek olursak “arzusundan ödün vermemesi” gerekirdi.

Tüm hakikatler gibi Gezi Ruhu’nun hakikati de bilgi ile bilinmezlik arasındaki yerde zuhur edebilir ancak, çünkü hakikat hâlihazırda mevcut olan egemen sembolik düzende bir boşluk olarak nitelendirilmekle birlikte, aslında yeni bir sembolik düzenin ilksel kurucu öğesi olarak telâkki edilmelidir. Gezi Olayı’na Badiou’nun Varlık ve Olay kitabından bakacak olursak görürüz ki her hakikat gibi o da ancak gerçekçi spekülasyonlar yoluyla üretilebilir. Badiou’nun siyasi ontolojisi ışığında bakıldığında Gezi Direnişi’ni bir Olay hâline getiren şey Gezi Ruhu’nun ortaya çıkardığı muğlak bir hakikate duyulan tekinsiz bir sadakattir. Bu sadakatin öznelerinin hem hareket noktası, hem de nihai hedefi ise ölümü aşmaktan ziyade, ölümü yaratan koşulları aşmak, yani şimdiki zamanın ve mekânın ötesine geçip, mevcut düzene namevcut bir düzenden, sonlu olana sonsuzluktan, ölümlü olana bir ölümsüzün gözleriyle bakmak suretiyle neo-liberal kapitalizmin sunduğu yaşamın anlamsızlığını göstermek ve bu militarist-kapitalist sistemin radikal dönüşümünü mümkün kılacak koşulların pratikte nasıl yaratılabileceğini teorik olarak açıklığa kavuşturmaktır.

Hiç şüphesiz yeni bir durumun olasılığını yaratmak için yeni bir yaratıcılık modeline ihtiyaç vardır. Olay, belirli bir durumda açılım sağlar ve yeni bir varoluş olasılığı yaratır. Olay, yeni bir dünya yaratmaz, daha ziyade yeni bir dünyanın olasılığını yaratır. Olayın gerçekleştiği durum aynıdır, ama bu durum yeni olasılığın perspektifinden görülür ve görünene sadece direnmekle kalınmaz, aynı zamanda onu dönüştürmeye yönelik bir eylemler serisini hayata nüfuz ettirmek için de bir dizi eyleme girişilir. Neticeleri tam olarak kestirilemeyen bir olaya sadakat elbette ki ziyadesiyle zordur. Yeni bir öznel beden, olayın muştuladığı hakikatin üreticisi olarak mevcut durumda boy gösterir.

Badiou’ya göre özne, mevcut simgesel düzen içerisinde bir yeri olmayan varlıkların hiç beklenmedik bir biçimde ortaya çıkan bir olayla harekete geçirilerek mevcut siyasi yapıyı değiştirmek yolunda söz konusu olaya sadakatle o güne dek bilinmeyen bir hakikat sürecine dahil olmasıyla oluşan bir şeydir.

Dünyaların Mantıkları‘nda varlık ve varoluş (being and existence) kavramlarının arasında küçümsenemeyecek bir fark olduğunu ve bu iki kavramın aynı anlamı taşıyormuş muamelesi görmemesi gerektiğinin altını defaatle çizen Badiou’nun felsefeye yaptığı bir diğer önemli katkı da, Varlık ve Olay kitabında ortaya koyduğu üzere, benzer bir ayrımın bilgi ve hakikat kavramları arasında da yer aldığını kesin ve net şekilde ifade etmiş olmasından ileri gelir.

Badiou işte bu saptamadan hareketle mevcut simgesel düzen içerisinde yer almayan tutarsız bir çokluğun, aniden zuhur eden bir olayla harekete geçirilip, kanaatler rejiminin ötesindeki bir hakikati yüzeye çıkarmakla mükellef kılındığını söyler. Mevcut simgesel düzende temsil edilmeyen varlıkların varoluş yoğunluklarının minimal seviyelerde seyrettiğini ve olayın işte bu varoluş yoğunluğu seviyesindeki bir artışı mümkün kılmak suretiyle yeni bir öznelliği ortaya çıkardığını dile getirir. Kısacası birbirlerinin hem devamı, hem de önceli olarak okunabilecek niteliklere sahip olduğunu düşündüğüm bu iki kitabıyla Badiou, demokratik materyalizm adıyla andığı günümüz global kapitalizminin ve onun ideolojik karşılığı olan neo-liberalizmin dayattığı kanaatler rejiminin akışkanlığına karşı, varlığın sonsuz ve evrensel hakikatini savunmak gerektiğini öne sürmektedir.

Badiou’ya göre felsefenin günümüzdeki en önemli sorunu yeni bir mantık yürütme düzeyi ve yeni bir düşünme biçimi bulma sorunudur. Yeni bir mantık yürütme düzeyinin tetikleyeceği yeni bir düşünme biçimi bulmak demekse diyalektiğe yeniden şekil vermek demektir. Hegel’ci diyalektiğin ötesindeki yeni bir diyalektik mantığının hayata geçirilebilmesi ise neo-liberalizmin dayattığı demokratik materyalizme aktif ve yaratıcı bir biçimde direnmeyi, direnebilmeyi gerektirir.

Siyasi eylemin çerçevesi klasik diyalektiğin içerisinde kaldığı müddetçe yeniliğin ortaya çıkması ancak bir olumsuzlamanın ürünü olabilir. Olumlama ve olumsuzlama arasındaki ilişkide muhalif sityasetin başlangıç noktası olumsuzlama olagelmiştir. Badiou Dünyaların Mantıkları’nda bu yaklaşımın yetersizliğini ortaya koyar ve siyasi hareketlerin başlangıç noktasının olumlama olması gerektiğini öne sürer. Klasik Hegel’ci diyalektiğin tersine çevrilmesini içeren bu yeni diyalektik anlayışına göre olumlayıcılığın, yani gelecekteki bir şeyin şimdiden önce gelmesi gerekir.

Theodor Adorno’nun terimleriyle ifade edecek olursak, “özgürlük gaza basmaktan ziyade frene basmayı bilmektir,” çünkü bazen insan özgür olabilmek için hakikaten de yavaşlamalı ve hatta mümkünse durup düşünmelidir. Özgürlük zaten varolan ve/fakat görülemeyen engelleri görmeyi, engellerin etkisini engellemek ise onları doğru zamanda doğru yere koymayı (o yerde görmeyi) gerektirir. Zizek’in Paralaks (Parallax View) adlı kitabında “gerçeklik algımızı değiştirmek gerçekliğin kendisinde de bir değişime sebep olur” sözlerini hatırlayacak olursak Adorno’nun ne demek istediğini idrak etmemiz kolaylaşır.

Zizek’e göre Hegel’in Tin’in Fenomenolojisi adlı kitabında ortaya koyduğu üzere Mutlak Bilgi öznenin kendi içinde bölünmüş olduğunun ve mutlak bilginin hiçbir şeyi mutlak olarak bilemeyeceğimizin bilgisinden başka bir şey olmadığıdır. Mühim olan Mutlak Bilgi’nin oluşum sürecidir. Hegel bu süreci bir’le değil iki’yle başlatır. İki’den bağımsız olarak düşünülemeyecek şekilde konumlanan Özne, Töz’ün kendisidir, Töz ise hiçliğin kendisidir, bu hiçlikse öznenin ta kendisidir, yani özne varlıktaki bir boşluktur. Oluş sürecinde bir kopuş yaratmakla doğası gereği mükellef olan düşünce sonluluğun içindeki sonsuzluktur. Badiou belki de işte bu yüzden bir makalesinde, hiç beklenmedik bir anda, yazının bağlamından tamamen kopuk olmasa da yazının doğal akışını bozguna uğratan “tehlikeli bir eklenti” yaparak “düşünce komünisttir” diye buyurmuştur. Bu tehlikeli eklentiyle komünizmin sadece eşit üretim ve eşit tüketime dayanan bir ideoloji olmaktan ziyade insanı merkeze almayan bir düşünce biçiminin dünyamıza yansımasıyla zuhur eden bir varoluş modu olduğuna vurgu yapıldığı ise son derece aşikar. Bu vurguya vurgu yapmak yolunda diyebiliriz ki komünizmin sonsuz adalet ve mutlak eşitlik kavramlarını günümüz için anlamlı ve alakalı kılan söz konusu kavramların sadece insanlar arasındaki maddi alış-verişlere atıfta bulunmaktan ziyade dünyamızdaki canlı-cansız tüm varlıklar arasında tezahür eden bir ilişkiye atıfta bulunuyor olmalarıdır. İnsanlar ile öteki varlıklar veya nesneler arasında hiyerarşik olmayan bir eşitlik ilişkisinin hayata geçirilebilmesi için öncelikle ölümlü bir insan gibi düşünmekten vazgeçilmesi gerekir. Ölümsüzlük düşüncesi işte bu anlamda insanı merkeze almayan komünist teorinin itici güçlerinden biri olarak çıkar karşımıza.

Tüm bunlara Gezi direnişi çerçevesinde bakacak olursak görürüz ki 28 Mayıs tarihinde başlayıp 14 Haziran gecesi polisin sert müdahalesiyle ortadan kaldırılan Gezi Parkı’ndaki ortam, tam da iktidarın şu anki sahibi mevcut AKP yönetiminin en çok korktuğu, Türkiye’de hiç görmek istemediği türde bir durumun küçük bir modeliydi. Şöyle ki, mevcut hükümet tarafından temsil edilmediğini ve hatta yönetimden tamamen dışlanıp hiçe sayıldığını düşünen, toplumun her kesiminden insanı bir araya getiren bir manzara vardı Gezi Parkı’nda. Dini, dili, etnik kökeni, siyasi görüşü fark etmeksizin Gezi’yi mesken tutmuş tüm insanlar arasındaki yardımlaşma ve dayanışma, Gezi Parkı’nı küresel ölçekte bir olay konumu (evental site) haline getirmiş ve kolluk kuvvetleriyle vücut bulan devlet oligarşisinin giremediği bir mekâna dönüştürmüştü.

Elbette ki mesele hiçbir zaman sadece üç-beş ağaç olmamıştı. Mesele devletin haddini aşarak insanların özel hayatlarına, arzularına, yaşam biçimlerine ve hatta doğrudan varoluşlarına sürekli olarak müdahale etmesiydi. Adaletsizliğin ve şiddettin hüküm sürdüğü bir ülke olmaktan bir türlü kurtulamayan Türkiye, Gezi Direnişi’yle birlikte yepyeni bir ruh kazanmış ve Türkiye halkları adeta yeniden doğmuştu. Gezi Ruhu’nun evrensel bir hakikat formunda zuhur etmesi ise özellikle genç kuşağın iktidarın söylemlerini ironi ve mizah vasıtasıyla sürekli yapıbozuma uğratması ve internet üzerinden tüm o sloganları görselleriyle birlikte anında tüm dünyaya yaymaktaki başarısının ürünü olmuştu. Bu vesileyle de işte kısa sürede tüm Türkiye’ye yayılan Gezi Direnişi dünyada yaşayan tüm muhalif kesimlerin takdirini toplamıştı.

Badiou’nun anlam dünyasından bakacak olursak diyebiliriz ki, zamanın olağan akışına ve dolayısıyla da gündelik hayatın sıradanlığına vurulmuş bir darbe olarak Gezi Parkı’nın işgali İstanbul’un göbeğinde devlet otoritesinden bağımsız istisnai bir durum (state of exception) yaratmıştı. Nitekim kütüphaneden revire, ücretsiz dağıtılan gıdalardan kültür sanat merkezlerine kadar pek çok kurumsal yapının küçük bir modeli olarak Gezi Parkı devletsiz bir komünizmin yaratılabileceğini dünyaya göstermiş ve dış basında “Taksim Commune” lâfının geçmesine vesile olmuştur.

Komünizmin eşitlik fikrinin dini inanışların eşitliği ölümden sonraya erteleyen anlayışına son derece ters düşen bir fikir olduğunu kesin ve net bir şekilde ortaya koyan Gezi Ruhu bununla da kalmamış ve ölüm/yaşam dürtülerinin sömürüsü üzerinden kendini besleyen kapitalizme karşı komünizmin neden gerekli, geçerli ve mümkün bir dünya sunduğunu ortaya koymuştur.

Hem Zizek’in, hem de Badiou’nun her vesileyle dile getirdiği gibi henüz ana rahminden çıkmamış olan komünizmin hayata nasıl geçirilebileceği, hayata geçirilmesi için gerekli koşulların nasıl yaratılabileceği üzerinde düşünmek ziyadesiyle elzemdir. Çünkü hakikaten de tıpkı Badiou’nun bir röportajında dediği gibidir hadise, “eğer ölen bir şey varsa bu komünizm değil, komünizmin yokluğudur.” Badiou’nun Marxizm’in asla komünizme dönüşmediği tespitinden hareketle diyebiliriz ki Marxizm bir ideoloji değil, materyalist bir değişim ve doğa felsefesidir. Marx’ın kendisi bunu daha Demokritos ve Epikuros’un Doğa Felsefeleri Arasındaki Fark adlı doktora tezinde Aeschylus’un Zincire Bağlı Prometheus eserinde Prometheus’un tanrıların uşağı Hermes’e söylediklerini alıntılayarak dile getirmiştir çok net ve kesin şekilde. Bakın ne diyor Berlin’in 1841 Martında kedilerin orgazm çığlıkları arasında doktora tezini bitirmeye çalışan genç Marx:

Felsefe, kendisinin görünüşte sarsılmış medeni durumuna sevinen o zavallı mart kedilerine ise, yine, Prometheus’un tanrıların uşağı Hermes’e verdiği karşılığı vermektedir: “Şunu bil ki şu kötü kaderimi, senin köleliğine değişmem bu dünyada. Zeus’a sadık uşak olmaktansa, şu kayanın kulu olmak yeğdir bana.” [1]

Marx, Hegel’in mutlak idealizmini materyalist bir düzlemde yeniden ele alıp, diyalektiği tarihsel bir bağlama yerleştirerek sosyal, siyasi ve ekonomik bir sistem olan kapitalizmin iç dinamiklerini analiz etmiş ve devrimci siyaset için diyalektik materyalizmi öne sürmek suretiyle kapitalist tahakküme karşı direnişin yolunu açmıştır. Lâkin Badiou için atılması gereken birkaç adım daha vardır. Değişen dünya koşulları gereği diyalektik materyalizm de değişmeli ve materyalizmle idealizm arasındaki diyalektik ilişkinin yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Olmayan bir şey olarak var olan Töz ve Özne’nin birliği, varlığın yokluğa dönüşme sürecinin inşasından başka bir şey değildir. Hegel’in önemi Mutlak Bilgi’yi statik olmaktan çıkarıp onu dinamik bir sürece dönüştürmüş olmasından ileri gelir. Bu noktada Badiou’nun Olay-Özne-Hakikat teorisiyle Hegel’in Özne’yi hiçlikle özdeşleştiren Mutlak Bilgi teorisinin birbiriyle ne denli örtüştüğünü söylemeye gerek bile yoktur sanırız.

Doğa ile komünizm arasındaki ilişkinin yeniden ele alınması bizi doğrudan komünizmin sonsuzluk ve ölümsüzlük kavramlarıyla eşitlik kavramı arasında kurduğu ilişkiye getirir. Bu ilişki biçimi klasik diyalektiği aşan niteliklere sahiptir. Komünizm ölümlülük ve ölümsüzlük arasında bir ikili zıtlaşma olmadığını, bu kavramların halihazırda birbirlerini bünyelerinde barındırdığını öne süren ve bu ikisinin birbirlerine içkin olduğu hükmünden hareketle eşitliğin ölümün sonrasına, yani ölümsüzlüğe ertelenmesini eleştirerek sonsuz adalete dayalı mutlak eşitliğin bu dünyada, yaşayanların ve ölümlülerin dünyasında hayata geçirilmesini öneren dinamik bir sistem modelidir. Gelecekte bir gün, “dünyada bu güne kadar insan ile doğa arasında kurulmuş en uyumlu ilişkinin bir temsili” olarak nitelendirilebilmesine yetecek potansiyele sahip olduğunu düşündüğümüz komünizm fikrinin amacının ölümsüzlüğü (sonsuz adaleti ve mutlak eşitliği) içinde yaşadığımız bu fani dünyada hayata geçirmek olduğunu ise bilmiyoruz bu raddeden sonra kendimizi tekrarlayıp sözlerimize eklemeye gerek var mı.

Badiou’nun “İki’nin Sahnesi” adını verdiği bu yeniden doğuş süreci sonsuzluğun zaman içerisine kaydedilmesidir aslında. Aşkın kontrolden çıkması kuvvetle muhtemel son derece yoğun bir duygu olmasının sebebini sonsuzluğun şu ölümlü dünyada kendine bir yer edinme çabasının beden üzerindeki etkisi olarak açıklayan Badiou bunu şu şekilde dile getirir:

Evet, aşktaki mutluluk zamanın sonsuzluğu karşılayabileceğinin kanıtıdır. Devrimci bir harekete katıldığımızda hissettiğimiz siyasal coşkunluk, sanat yapıtlarının verdiği haz ve en sonunda bir bilimsel kuramı derinlemesine anladığımızda içimizde uyanan neredeyse doğaüstü sevinç de aşktaki mutluluğa benzeyen kanıtlardır.[2]

Jacques Lacan’ın “fanteziyi katetmek” (traversing the fantasy) ve “Büyük Öteki yoktur” (the Big Other doesn’t exist) şiarlarının birbirlerini tamamlayıcı olduğunu ve fanteziyi katetmenin büyük ötekinin olmadığını idrak etmeyi hem gerektirdiğini, hem de bu sürecin neticesi olduğunu artık hepimiz biliyoruz. Zizek’in Ontolojisi: Transendental Materyalist Bir Özne Teorisi adlı kitabında Adrian Johnston, fanteziyi katetmekle yanılsamalardan arınmanın aynı şey olmadığını, gerçekliğin boşluklarla dolu olduğunu ve bizim bu boşlukları fantezilerimizle doldurduğumuzu Lacan’a atıfta bulunarak ifade eden Zizek’in felsefesini transendental materyalizm olarak nitelemesinin sebebinin, söz konusu felsefenin “madde-ötesi varlığın maddeden yaratımı/oluşum sürecini” (genesis), “maddeyi aşan öznenin maddi kaynaklarını” veya “maddenin madde ötesi etkilerini” teorik olarak gözler önüne sermekteki başarısı olduğunu söyler. Johnston’a göre Zizek, Hegel’in özne teorisiyle Lacan’ın özne teorisini Alman İdealizmi’yle birlikte okumakla kalmayıp, bu üç yaklaşımdan üçü de olmayan, hiçbiri olan yeni bir yaklaşım sergilemiştir. Transendental materyalizmin ana hatlarını yazıya dökmek girişiminde bulunması bakımından Zizek’in duruşunu önemli bulduğunu ifade eden Johnston’a göre Zizek’in ortaya koyduğu doğal/kültürel değişim/dönüşüm süreci ontolojik bir bağlama yerleştirilmeli ve/yani ontolojik terimlerle yeniden ifade edilmelidir. Diyalektik materyalizmin trans-ontolojik bir öznelliğin zuhur edişini açıklamakta yetersiz kaldığını bizzat kendisi ifade etmiyor olsa da, benim edindiğim izlenim Johnston’un diyalektiğin “her şeyin ötekisine dönüşmesi”nden veya bilemediniz “her şeyin kendi içindeki ötekine dönüşme süreci”nden ibaret kısır-döngüsünü kırıp, özellikle bilişsel nörobilim (cognitive neuroscince) destekli yeni bir materyalizm anlayışı yaratmaya çalıştığıdır. Bu bağlamda denebilir ki Zizek’in, Lacan ve Hegel’den feyz alarak, gerçekliğin tamamlanmamışlığı ve ontolojik eksikliğin varlığına atıfta bulunmasının son derece önemli olduğunu söyleyen Johnston, Zizek’in diyalektik materyalizmini Badiou’nun materyalist diyalektiğiyle etkileşim içerisine sokmak suretiyle transendental materyalizm adını verdiği yeni bir materyalist ontoloji ortaya koymak çabasındadır.

Bu bağlamda okunduğunda görülecektir ki Zizek’in Hiçten Cüzi kitabında kuantum teorisine ve Higgs Field-Tanrı Zerreciği mevzuuna detaylı bir biçimde değinmesinin sebebi, tıpkı Hegel’in teorisinde olduğu gibi orada da varlığın başlangıcında bir şey olarak hiçlikten az bir boşluğun bulunduğu düşüncesine yer verilmesi ve bu boşluk’un aslında hiçlik’in gelecekten enerji ödünç alıp bu enerjiyi varlığı/yokluğu fark edilmeden aldığı nesneye, yani artık şimdi olmuş geleceğe geri vermesinden oluşan bir oluşum sürecinin konu alınmasıdır. Dünyanın Gecesi işte bu Hiçten Cüzi boşluktur. O yer mevcut düzende beklenmedik ve son derece ani bir biçimde gerçekleşen malûm kırılma olayı, yani tarihsel süreçte sağlanan bir nevi açılımdır.

Orada özneler birer ölümsüzdür ve hepsi de yaptıkları her eylemin, söyledikleri her sözün sorumluluğunu sonsuza dek boyunlarında veya bilemediniz sırtlarında taşımakla mükelleftir. Orası sonsuzluğun zamana mühürlendiği, ölümle ve yaşamla meselesi kalmamış ölülerin birer na-ölü (undead) formunda dirilip var olmaya ısrarla devam ettiği, zamansız ve mekânsız, fakat zamanımızda ve mekânımızda boşluklar yaratmak, delikler açmak suretiyle bizi o deliklerden kendimize, yani belki de işte bir ölümsüzün gözleriyle ölümlülüğümüze, geleceğimizden şimdimize bakmaya zorlayan, bunu gerekli ve mümkün kılan Solucan Deliği’nin, o anlı şanlı Kara Deliğin, Karanlık Madde’nin veya Nuh’un Yeni Gemisi’nin konumlandığı yerdir. Mevcut düzene ara veren Gezi Direnişi o açılımın ta kendisi, Gezi Parkı ise Özne ile Töz’ü birbirinden ayırırken birleştiren yerdir. Yeniden yaratım süreci orada gerçekleşecek, yeni şeyler orada zuhur edecektir. Ve şüphesiz ki o yer Gezi Parkı’ndan, o şeyse Gezi Ruhu’ndan başkası değildir. Şimdi asıl mesele Gezi Parkı Olayları’nın açığa çıkardığı hakikate sadık kalmak, kalabilmek meselesidir. Sokaktaki olaylar şimdilik durulmuş gibi gözükse de Gezi Ruhu dimdik ayaktadır ve her ruh gibi o da ölümsüzdür. Söylemeye gerek var mı bilmiyoruz, ama bu günlerde dünyamızda hakikaten de bir ruh dolaşmaktadır sevgili okur, işte o ruh Gezi’nin Ruhu’dur.

Ölüm dürtüsü olarak özne işte bu noktada Gezi’nin Ruhu formunda devreye girer ve neşe içerisinde ortaya çıkacak yeni oluşumun zeminini hazırlamak suretiyle Olay’ın bir Hakikat’e dönüşmesinin yolunu açar. Bir hayvan türü olan insanın insanlık denilen türün mensubu olabilmesi için, diğer hayvan türlerinden farklı olarak bilinçdışı dürtülerini bilinçli arzulara dönüştürmesi, yani sönmeden önce gözlerimizi neredeyse kör edecek kadar parlayan mum ışığına yeniden hayat vermesi gerekli ve mümkündür.

[Ölüm dürtüsü] yaratıcı yüceltim için verili bir alanı boşaltan/temizleyen negatif bir jesttir. Yüceltimin ölüm dürtüsünü varsayması, yüce bir nesneye coşkuyla kapılıp gittiğimizde bu nesnenin aslında bir ‘ölüm maskesi’ olduğu, ilksel ontolojik Boşluk’u gizleyen bir örtü olduğu anlamına gelir – Nietzsche’nin de diyeceği gibi, bu yüce nesneyi istemek nihayetinde Hiçlik’i istemek demektir.[3]

Badiou aşk sürecini ölüm dürtüsünün kademe kademe alt edilmesi ve yaşam dürtüsünün birleştirici gücünün, zamanı sonsuzlukla mühürlemeyi ve farkın hakikatini açığa çıkarmayı mümkün kılacak koşulların hayata geçirilmesine hizmet edecek şekilde, sabır ve sadakatle oluşturulması gereken bir oluş modu olarak görür. Söz konusu oluş modu hem mevcut sembolik düzenden radikal bir kopuş, hem de mevcut sembolik düzen içerisindeki bir boşluktur. Aşk işte o boşluğu dolduran yıkıcı düşünce ve/yani yaratıcı eylemdir.

[...]Aşkı aykırılığıyla, yasaya uymazlığıyla savunmak bugün bir görevdir. Aşkta, en azından, farktan kuşkulanmak yerine farka güven duyulur. Gericilikteyse, kimlik adına farktan kuşkulanılır. Bunun tersine, kapılarımızı farka ve içerdiklerine açmak istiyorsak, dolayısıyla ortaklaşa yaşamın tüm dünyayı kapsamasını istiyorsak, olası bireysel deneyim noktalarından biri de aşkın savunulmasıdır. Yinelemedeki kimlik tapıncının karşısına farklı, biricik olanın, hiçbir şeyi yinelemeyenin, bellisiz ve yabancı olanın aşkını koymak gerekir.[4]

Maddeler dünyasına, yani gözümüzle gördüğümüz ve diğer dört duyumuzla algıladığımız dünyaya içkin, fakat egemen yapı içerisinden bakılınca maddeyi aşan bir şey olarak görülen aşk ötekine dair gözün göremediklerini düşüncenin bakışıyla görmeyi mümkün kılan bir süreçtir. Bu bağlamda denebilir ki Romantik ve idealist bir aşk anlayışı yerine, gerçekçi ve materyalist bir aşk anlayışı geliştirmeye çalışan Badiou, bunu yapabilmek için elbette ki bedenin fâniliğini aşan bir yapıya sahip olan düşüncenin sonsuzluğunu, bir yaratıcılık süreci olarak aşkın sonsuzluğa açılımı mümkün kılan kudretiyle özdeşleştirmektedir.

Sonsuzluğun zaman içerisinde sabitlenmesini içeren aşk süreci rastlantısal bir Olay’la başlar. Badiou’ya göre gerçek aşkın oluşumu işte bu rastlantısal karşılaşmada gerçekleşen Olay’a sadık kalacak ve aşklarının hakikatini bizzat kendileri söz konusu rastlantıyı adım adım alt ederek hayata geçirecek iki veya daha fazla özneyi gerektirir. Aşk süreci bu öznelerin kendi öznelliklerini bir tarafa bırakmaksızın Aşkın Öznesi’ne katıldıkları ve “İki’nin Sahnesi”ni oluşturdukları yeni bir dünya kurma sürecidir aslında. Ne var ki Badiou’nun ısrarla belirttiği üzere bu yeni dünya asla ikisinin sentezi olan bir üçüncü dünya olmamalıdır, ki nitekim değildir de zaten. Çünkü bu yeni dünya daha ziyade dünyanın iki veya daha fazla kişinin bakışıyla, öznelerin tekil bakışlarından bağımsız, sonsuzluğa açılan çifte ve/yani çoklu bir bakışla görülebilen, Aşkın Ölümsüz Öznesi’nin olduğu kadar Gezi Ruhu’nun da dünyasıdır. Gezi Parkı’ndan dünyamıza sızan hakikat hâlihazırda hep varolmuş olmakla birlikte, maruz kaldığı orantısız şiddete tepki olarak varlığının yoğunluğunda gerçekleşen muazzam bir artış neticesinde tüm insanlık nezdinde zuhur eden içerideki bir dışarı, yerel bir evrensellik, tekil bir çoğulluktur sevgili okur.

Sevmek demek her türlü yalnızlığın ötesinde, dünyada yaşamı hareketlendiren her şeyle birlikte mücadele etmek demektir. Bu dünyayı doğrudan, ötekiyle birlikte olmanın bana verdiği mutluluğun kaynağı olarak görüyorum ben. “Seni seviyorum” sözü şuna dönüşür: Senin benim yaşamım için oluşturduğun kaynak bu dünyada var. Bu kaynağın sularında, sevincimizi, öncelikle seninkini görüyorum. Mallarmé’nin şu şiirindeki gibi görüyorum onu:

Döndün dalga içinde,
Çıplak sevincine…[5]

capitalism

Atıf Nesneleri

(1)Karl Marx, The Difference Between the Democritean and Epicurean Philosophy of Nature, Thesis for the Degree of Doctor of Philosophy, Collected Works of Marx and Engels (Moscow and London: Progress Publishers, 1975), 29-30
(2)Alain Badiou – Nicolas Truong, Aşka Övgü, çev. Orçun Türkay (İstanbul: Can, 2011), 44
(3)Slavoj Zizek, Gıdıklanan Özne, çev. Şamil Can (İstanbul: Etos, 2003), 192
(4)Alain Badiou – Nicolas Truong, Aşka Övgü, çev. Orçun Türkay (İstanbul: Can, 2011), 44
(5)Badiou – Truong, Aşka Övgü, 77
(6)Alain Badiou, Being and Event, çev. Oliver Feltham (London: Continuum, 2005)
(7)Alain Badiou, The Logics of Worlds, çev. Alberto Toscano (London: Continuum, 2009)
(8)Alain Badiou, The Century, çev. Alberto Toscano (Cambridge: Polity Press, 2007)
(9)Alain Badiou, Destruction, Negation, Subtraction – on Pier Paolo Pasolini, Graduate Seminar, Art Center College of Design, Pasedena, February 2007, available at http://www.lacan.com/badpas.htm
(10)Slavoj Zizek, Less Than Nothing: Hegel and the Shadow of Dialectical Materialism, (London: Verso, 2012)

occupy for animals

Related Articles

gezi ruhu

Cengiz Erdem, Alain Badiou’nun Olay Felsefesi ve Gezi Ruhu’nun Hakikati (İstanbul: Varlık Dergisi, Eylül 2013), 18-23


Filed under: Alain Badiou, Ölümsüzlük Teorisi, Edebi ve Felsefi Mevzular, Felsefe, Gezi, Gezi Parkı, Ontoloji, Politika, Slavoj Žižek, Türkçe Yazılar Tagged: Alain Badiou, Badiou, Being and Event, Deleuze, felsefe, Gezi, Gezi Parkı, Gilles Deleuze, Hegel, Jacques Lacan, Olay, philosophy, Pier Paolo Pasolini, Slavoj Žižek, yaratıcılık, yaşam, yıkıcılık

Viewing all articles
Browse latest Browse all 1258

Trending Articles